Şükür ve hamdın gerekliliği

Cebriyeye yatkın Cehmiye ekolü, Allah’ın adaletini de hikmetini de vurgulamadığı gibi, uluhiyetinin tekliğini de vurgulamaz. Sadece Rububiyetinin tekliğini vurgulamaya önem verir.

Mutezile ise, uluhiyetinin tekliğini de, adaletini de, izzetini de, hikmetini de önplana çıkarmaz vurgulamaz. Eğer bir Mutezili, Allah açısından bir tür hikmet öngördüğünden söz etse, bu, başkasına dönük olmak anlamında bir hikmettir. Ki bu itibarla da hikmet sayılmaz. Çünkü kendisiyle irtibatlı bir şeyden dolayı değil de başkasına dönük olan bir şeyden dolayı herhangi bir fiili işleyen kimse, akıl sahiplerinin nazarında hikmet sahibi değil, ne yaptığını bilmeyen zihni karışık kimsedir.

Hamd, ancak bir nimetten dolayı olabildiğine göre, hamd’ın şükrün başı olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Yani, hamd, şükrün evvelidir, bir nimetten ve hikmetten dolayı olsa da…

Şu halde ameli şükür; Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığıdır.

Aynı zamanda hikmetini de içeren uluhiyetinin karşılığı olan bir ibadettir.

Böylece saydığımız olguların tümünün şükür kavramının kapsamında olduğu ortaya çıkıyor.

Bu nedenle Kur

’an şükür meselesi üzerinde önemle durur. Ama şükrün bir türü olduğu için hamd olgusunu yalnız başına önplana çıkardığını görmüyoruz. Şükür demek olan hamd görevinin her hitabın başında tevhid ilkesiyle birlikte vurgulanması bir gelenektir.

Örneğin Fatiha suresinde tevhid ilkesiyle birlikte şükür yükümlülüğü de eda edilir. Dini hitaplar kapsamında şükür ve tevhid olgularının yer almadığı bir konuşma düşünülemez.

Kalıcı iyilikler (Bakiyat-ı Salihat) iki kısma ayrılırlar:

Buna göre:

“Subhanallah ve bi hamdih” (Allah’ı hamd ile tenzih ederim) sözü, şükür, tenzih ve ta’zim anlamlarını içeriyor.

“La ilahe illallah vellahu ekber” (Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur ve Allah en büyüktür) sözü de tevhid ve tekbir anlamlarını içeriyor.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Dini O’na has kılarak Allah’a dua edin.” (Mü’min, 14)

“Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (Fatiha, 2)

İnsanın, serbest seçimine dayalı işlerden dolayı hamd etmesi, söylendiği gibi bir azimet midir, yoksa genel midir? sorusuna gelince, bu mesele tartışmalıdır ve burası bu meseleyi irdelemenin yeri değildir.

Sahih bir hadiste, peygamberimizin (s.a.v.) rükudan kalkınca şöyle dediği belirtiliyor:

“Rabbimiz! Ve sana hamd olsun, gökler dolusu, dünya dolusu ve bundan sonra dilediğin her şey dolusu… Övgü ve ululamaya layıksın. Kulun dediğini en çok hakkedensin. Hepimiz senin kulunuz. Verdiğini hiç kimse engelleyemez. Vermediğini de hiç kimse veremez. Makam sahiplerinin makamları senin katında işlerine yaramaz.” (Müslim, es-Salah, 205)

Hadisin lafzı budur. Hadiste geçen “Ahakku” sözcüğü “hak” sözcüğünün ismi tafdil kalıbına uyarlanmış şeklidir. Bu ifadenin yorumu hususunda bir grub yanlış bir değerlendirme yapmıştır. Diyorlar ki: Bunun anlamı:

“Kulun dediği haktır” şeklindedir. Ama bu doğru değildir. Çünkü kul, hak söylediği gibi batıl da söyler. Bilakis rabbin söylediği haktır.

Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Doğrusu, ki doğruyu ben hep doğruyu söylerim… buyurdu.” (Sad, 84)

Hadiste geçen “Ahakku” kelimesi, mahzuf bir müptedanın haberidir. Yani:

Hamd, kulun söylediği en doğru sözdür. Burada, kulun söylemesini en çok hakkeden söz hamddir, anlamı kastediliyor. Bu yüzden her namazda hamdetme zorunluluğu getirilmiştir.

“Allah, salt şer olan şeyi yaratır” denilse, bu, kulların O’nu sevmelerini ve O’na hamdetmelerini gerektirmez; bilakis tersini gerektirir. Bu yüzden bu anlayışta olanların çoğu, nazım ve nesir türü yazılarında Allah’a yönelik yergi ve sövgü anlamına gelecek sözler sarfetmişlerdir. Bu anlayışa bağlı şeyhlerin ve alimlerin çoğu bu tür şeyler zikretmişlerdir. Şayet açıktan telafuz edemezlerse, kalpleri bu tür sözlerle doludur. Ama açıktan söylemenin bir yararının olmadığını düşünürler. Yahut müslümanlardan korkarlar. Bazı şeyhlerin şiirlerinde buna benzer sözlere rastlamak mümkündür. Hatta İblis ve tabilerinin Allah’a karşı ileri sürdükleri kanıtları pekiştirici argümanlar ortaya sürerler. Ama bütün bunlar yüce Allah’ın kendisiyle ilgili olarak zikrettiği vasıflara aykırıdır:

“Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46)

“Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler.” (Hud, 101)

Şu halde hadiste geçen “kulun söylediği en doğrudur…” sözü, Allah’a hamdetmesi kulun söylediği en doğru sözdür, anlamını ifade ediyor. Çünkü Allah ancak hayır yapar ve O…  (Bu kısım orijinal metinde yoktur.)

İnsan kendi zatıyla ve doğası doğrultusunda hareket eder. Bu hareketin bazısının şer olarak görülmesi kaçınılmazdır. Ancak gerisinde eksiksiz bir hikmet ve dopdolu bir nimet vardır.

Bu noktada biri:

“Şu halde Allah, niçin insanı başka bir şekilde yaratmadı?” dese; ona şu karşılık verilir:

O zaman bu, insandan başka bir şey olurdu ve insanın yaratılmasıyla hasıl olan hikmet de gerçekleşmiş olmazdı.

Nitekim melekler de aslında bu soruyu sormuşlardı:

“Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? (…) Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” (Bakara, 30)

Buna göre Allah, insanın bu şekliyle yaratılmasının gerisinde bir hikmet olduğunu biliyordu ki, meleklerin bundan haberleri yoktur. Melekler bilmedikten sonra, insanlar nasıl bilsinler! Ki insan nefsi de aşağıdaki ayetlerde vasfedildiği şekilde yaratılmıştır:

“Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.” (Mearic, 19-21)

“İnsan, aceleci yaratılmıştır.” (Enbiya, 37)

Buna göre insan, yaratılışının gerektirdiği özelliklere sahip olacak şekilde yaratılmıştır ki, bunun gerisinde büyük bir hikmet ve kapsamlı bir rahmet vardır. Bu, insanın yaratılışının gayesi açısından geçerli olan bir olgudur. Bununla beraber, insandan sadır olan şer Allah’a izafe edilemez.

İkinci yönse sebeple ilgilidir.

Çünkü şer, ancak ilim ve iradenin olmayışıyla vücud bulmuştur.

Ki ilim ve irade nefsi ıslah eder.

Çünkü nefis, Allah’ı bilip sevmeyi gerektiren bir fıtrata sahip olarak yaratılmıştır.

Bu arada, bu hedefe ulaşmasını kolaylaştıracak bilgi ve eylemler de kendisine gösterilmiştir. Bütün bunlar Allah’ın lütuf ve ihsanının göstergeleridir.

Öte yandan nefis, insan ve cin kökenli şeytanların süsledikleri kötülüklere de ram olma özelliğine sahiptir, bunlara eğilim göstermeye yatkındır. Bu kötülükler ise, kendisine faydalı olan unsurların yer almadığı birleşimlerden ibarettir. İşte bu temel olgu ve bu yokluk (yararlı şeylerin olmayışı) yüce Allah’a izafe edilemez. İnsanların yaratılışı için söylediklerimiz bu kötülükler için de geçerlidir. Yani, Allah onları bir hikmetten dolayı yaratmıştır. Nefsin ıslahını sağlayan şeyin olmayışı sebeplerden biri olduğuna, salt kötülük salt yokluk olduğuna ve yokluk da bir “şey” olmadığına, ayrıca Allah her şeyin yaratıcısı olduğuna göre, nefisten sadır olan kötülükler, iradenin hareket edişinin sonuçları olarak belirginleşirler.

Kul, Allah’ın, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu itiraf ettiğinde, şayet bu itirafı, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, O’nun eksiksiz kelimelerini ikrar etmek, O’na muhtaç olduğunu itiraf etmek, eğer kendisini hidayete erdirmezse sapık olacağını kabul etmek anlamında olursa, böylece Allah’ın izzetine ve hikmetine boyun eğerse, bu, mü’minin halidir.

Ama bu itirafı, kaderin arkasına sığınıp onun bağlayıcılığını ve zorlayıcılığını gerekçe olarak ileri sürmek şeklinde olursa, bu, öncekinden çok daha büyük bir günahtır ve bu şeytanın takipçilerinin tutumudur.