İki Tür Küfür ve Şirk Vardır

      Derler ki: Zulüm ve fısk iki türlü olduğu gibi, küfür de iki türlüdür:

Bunların birisi insanı dinden çıkartır diğeri dinden çıkartmaz.

Aynı şekilde şirk de iki türlüdür. Birisi şirk olup dinden çıkartır, diğeri ise amelde şirk olup dinden çıkartmaz. Bu ise riyakârlıktır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ederse, salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)

Bununla salih amellerde riyakârlık kastedilmektedir. Peygamber (s.a.v):

“Uğursuz saymak şirktir”  (Ebû Dâvûd, Tıb, 24; Tirmizî, Siyer, 46;İbn Mâce, Tıb, 43; Müsned, 1, 389, 438, 440) buyurmuştur.

Muhammed b. Nasr der ki:

İşte bu iki görüş genel olarak Ahmed b. Hanbel’in görüşleri arasında hadisçilerden olup, ona muvafakat edenlerin de görüşleri olarak nakledilmektedir.

Salenci İsmail b. Said, Ahmed b. Hanbel’e kendi arzusuyla kebairi işleyen ve bunlar üzerinde ısrar eden, ancak namazı, zekâtı ve orucu da terketmeyen bir kimse günah üzerinde ısrar edenlerden olur mu? diye sorulmuş, o da:

Evet o ısrar eden bir kimsedir, cevabını vermiştir. Bu, Hz. Peygamberin:

“Zani, zina edince mü’min olarak zina etmez.” (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, İman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) buyruğunda dile getirilen durumu andırmaktadır, imandan çıkar ve İslâm’a düşer. Ayrıca:

“İçki içtiği zaman mü’min olarak içki içmez. Hırsızlık yaptığı zaman mü’min olarak hırsızlık yapmaz” (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, îman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) sözünde dile getirilen durum da bu türdendir.

Ayrıca İbn Abbas’ın Yüce Allah’ın:

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmesze, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” buyruğu hakkında yaptığı açıklama türünde dile getirdiği durumu andırmaktadır. Ben ona:

Bu küfrün mahiyeti nedir? diye sordum. Şöyle dedi:

Bu insanı dinden çıkartmayan bir küfürdür. Nitekim imanın bir kısmı diğer bir kısmından daha aşağıda olduğu gibi,küfür de böyledir. Nihayet öyle bir noktaya gelir ki, artık onun bu durumu hakkında ihtilaf söz konusu değildir.

İbn Ebi Şeybe der ki:

“Zani zina edince mü’min olarak zina etmez sözü, o sırada imanı kamil olmaz demektir, imanından bir şeyler eksilir.”

Yine der ki:

Ve ben Ahmed b. Hanbel’e “İslâm ve İman” hakkında soru sordum. Şöyle dedi:

“İman söz ve ameldir, İslâm da ikrardır.”

(Muhammed b. Nasr) Dedi ki:

Ebu Hayseme de bu görüştedir. İbn Ebî Şeybe de der ki:

“İmanla birleşmedikçe İslâm olmaz, İslâm olmadıkça da iman olmaz.”

Ben derim ki:

Birinin müsemması ötekinin müsemması olmamakla birlikte, bunların biribirlerinden ayrılmaz oldukları konusunda geniş açıklamalar daha önce geçmiştir.

Birden çok kişi ehl-i sünnet ve ehl-i hadisin, imanın söz ve amel olduğu üzerinde icma ettiklerini nakletmektedir.

Ebû Ömer b. AbdülBerr de der ki:

Fıkıh ve hadis alimleri imanın söz ve amel olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Niyetle olmadıkça da amel olmaz, iman bunlara göre itaatla artar, isyan ile eksilir. Onlara göre bütün itaatler imandır. Ancak Ebu Hanife ve arkadaşlarından nakledildiğine göre onlar itaate “İman” adı verilemeyeceği kanaatindedirler ve şöyle derler:

“İman, tasdik ve ikrardır.”

Onlardan kimisi ise buna marifeti eklemiş, daha sonra da onların bu konuda ileri sürdükleri delili zikreder.

Nihayet (Muhammed b. Nasr) der ki:

Hicaz, Mısır, Irak ve Şam’da Rey ehli ile Asar ehli olan diğer fukaha -ki, aralarında Malik b. Enes, Leys b. Sa’d, Süfyan Sevrî, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Dâvûd b. Ali, Taberî ve onların yollarını izleyenler de vardır- derler ki:

“İman, söz ve ameldir. Dil ile söylenen bir sözdür ki, bu da ikrardır. Bir de kalb ile itikad, organlarla amel ve ayrıca samimi niyet ile ihlastır.”

Derler ki:

İster farz, ister nafile olsun, kendisiyle Yüce Allah’a itaat edilen her şey imandandır ve iman itaatlerle artar, masiyetlerle eksilir. Bunlara göre günahkar kimseler günahları sebebiyle imanları tam olmayan mü’min kimselerdir. Bunların imanlarının eksik olmaları büyük günahları işlemeleri dolayısıyladır. Peygamber (s.a.v) ‘in:

“Zina, zina ettiği zaman mü’min olarak zina etmez…” hadisine bakmaz mısınız?

Burada maksat, imanı tam olan kimsedir. Yoksa bu işleri işleyen bir kimseden imanın tümünü nefyetmeyi kastetmiş değildir. Bunun delili ise zina edenin, hırsızlık yapanın, şarap içenin, kıbleye dönerek namaz kılmaları ve İslâm’ın davetine bağlanıp onu din kabul etmeleri halinde bu durumlarda olmayan mü’min akrabalarına mirasçılıklarının icma ile kabul edilmesi buna delildir. Bunları dedikten sonra buna ilişkin delillerini de ortaya koyar ve daha sonra şöyle der:

İmam Malik’in arkadaşlarının çoğunluğu, imanla İslâm’ın aynı şey olduğu kanaatindedirler.

(Muhammed b. Nasr) Der ki:

Mutezilenin görüşü ise şöyledir:

Onlara göre iman bütün itaatlerin toplamıdır, itaatlerde herhangi bir kusuru olan bir kimse, mü’min veya kâfir değil fâsıktır. Bunlar el-Menzile Beyne’l-Menzileteyn görüşünün sahipleri ve Mutezile oldukları muhakkak olan kimselerdir…

Nihayet şöyle der:

“İman artıp eksildiğine göre, itaatlerle artar, masiyetlerle eksilir.” Hadis ehlinin bir grubu bu görüştedir. Değişik bölgelerdeki fetva vermeye ehil fukahanın bir kısmı da bu görüştedir.

İbnü’l-Kasım’ın imam Malik’ten rivayetine göre o imanın arttığını söylemekle birlikte, eksildiği hususunda kanaat belirtmemiştir. Ondan Abdürrezzak Ma’d b. İsa ve İbn Nafi, imanın artıp eksildiğini rivayet etmektedirler. Buna göre hadis ehlinden cemaatin tümü bu görüşte demektir. Allah’a hamdolsun.

Daha sonra Mürcienin ve sonra da ehli sünnetin hüccetlerini kaydetti ve zina, hırsızlık ve buna benzer hususlarda masiyet sahipleri için öngörülen hadlerle ilgili olarak Haricîlerin tekfirde bulunmaları görüşlerini reddetmektedir. Ayrıca aralarında mirasın gerçekleşmesini de Haricîlerin bu konudaki görüşlerini reddetmek için delil gösterir.

Yine Ubâde b. Samit’in rivayet ettiği şu hadis de gösterdikleri deliller arasındadır:

“Her kim bunlardan (haddi gerektirici günahlardan) bir şey işlerde dünya hayatında onun karşılığında cezalandırılma, bu onun için bir keffarettir.”(Buhârî, İman, 11, Ahkam, 49, Hudûd, 8; Müslim, Hudûd, 41; Tirmizî, Hudûd, 16; İbn Mâce, Hudûd, 33; Nesâî, Bey’at, 9,17)

Ayrıca der ki:

“İman üst üste birtakım mertebeler halindedir, imanı eksik olan bir kimse, imanı kamil olan kimse gibi değildir. “

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah adı anıldığında kalpleri titrer.” (Enfal, 2)

Yani onlar gerçekten mü’min iseler, durumları böyle olur. işte bundan dolayı:

“İşte onlar gerçek mü’minlerdir” (Enfal, 4) buyurmuştur.

Peygamber (s.a.v) Efendimizin sözü de böyledir:

“Mü’min, insanların kendisinden yana emin oldukları kimsedir. Müslüman da müslümanların dilinden ve elinden selâmette olduğu kimsedir.” (Hadisin “Mü’min…” bölümü, Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, 8’de; “Müslüman….” bölümü, Buhârî, İman, 5; Müslim, İman, 64-66’da)

Yani gerçek mü’min ve müslüman böyledir, işte Hz. Peygamberin:

“İman bakımından mü’minlerin en kamil olanları…” (Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, Rada, 11,İman, 6) buyruğu da bu türdendir.

Bilindiği gibi böyle bir imanın daha kamil olabilmesi, ondan daha eksiği söz konusu olmadıkça, düşünülemez.

Hz. Peygamberin:

“İman kulplarının en sağlam olanı Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir” (Azizi, Şerhu’l-Câmii’s-Sagir, II, 74)

“Emaneti olmayan kimsenin imanı da yoktur” (Müsned, 111,-135,154,210, 251)(218) buyruğu imanın bir kısmının diğer bir kısmından daha sağlam ve daha kamil olduğunu göstermektedir. Ayrıca Tirmizî ve başkalarının rivayet ettiği:

“Allah için seven ve Allah için buğzeden…” (Tirmizî, Kıyamet, 60; Ebû Dâvûd, Sünne,15; Müsned, III, 430, 439, 440) şeklindeki hasid-i şerifi de zikreder.

Ebû Arar Talemenkî de aynı şekilde ehl-i sünnetin: “imanın söz, amel, niyet ve sünnet-i seniyyeye göre hareket etmek” olduğu üzerinde icma ettiklerinden sözetmektedir.

Ebu Talib el-Mekkî der ki:

İslâm’ın temel esasları beştir. Yani iki kelime-i şehadet, beş vakit namaz, zekât, Ramazan ayının orucu ve hactır,

İmanın rükünleri ise yedidir:

Yani Cebrail hadisinde sözü geçen beş esas ile kadere iman ve cennet ile cehenneme imanı kastetmektedir. Bunların her ikisi de Hz. Cebrail hadisinde -Yüce Allah’ın izniyle zikredeceğimiz gibi- rivayet edilmiştir.

(Muhammed b. Nasr) der ki:

Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarına iman etmek, Allah’ın kitaplarına ve peygamberlerine iman etmek, meleklere ve şeytanlara iman etmek…

Allahu a’lem, bunlar arasında fark ve ayrı olduklarına imanı kestetmektedir. Çünkü insanlardan kimisi bunları tekbir cins olarak kabul etmekte, fakat amellerin farklı olması sebebiyle biribirlerinden ayrı olduklarını zannetmektedir. Bu konuda onları (yani meleklerle şeytanları) insanların iyi ve kötülerinin de biribirlerinden ayrı olmalarına benzediğini kabul etmektedir. Cennetle cehenneme iman etmek ise onların Hz. Adem’den önce de yaratıldıklarına iman etmek gerekir, öldükten sonra dirilmeye iman etmek, hayrı ve şerriyle, acısı ve tatlısıyla Allah’ın bütün takdirlerine, bunların kaza, kader, meşîet ve hüküm itibariyle Allah’tan olduklarına iman etmektir. Bütün bunların onun sonsuz adalet ve hikmetiyle olduğuna, bunların gaybî bilgisini ve gerçek anlamlarını bilmeyi kendisine tahsis ettiğine de iman etmektir. Der ki:

Bazıları şöyle demiştir:

İman İslâm’ın kendisidir. Böyle bir görüş aradaki farkları ve değişik makamları ortadan kaldırır. Bu ise Mürcie’nin mezhebine yakındır. Başkaları da şöyle der:

İslâm imandan başka bir şeydir. Bunlar ise tezat ve farklı şeyleri karıştırmışlardır. Bu da İbadîlerin görüşlerine yakındır. Bu mes’ele geniş açıklamayı gerektiren karışık bir konudur, İslâm’ın imana karşı durumuna örnek, anlam ve hüküm bakımından iki şehadet kelimesinin biribirlerine karşı durumuna benzer. Hz. Peygamberin peygamberliğine şehadet Allah’ın vahdaniyetine şehadetten farklıdır. Bunlar a’yanda iki ayrı şeydir. Fakat anlam ve hüküm bakımından tek şeymiş gibi, biri ötekine bağlıdır.

İman ve İslâm da böyledir. Biri ötekine bağlıdır. Bu bakımdan onlar tek şey gibidir, İslâm’ı olmayan kimsenin, imanı, imanı olmayan kimsenin de İslâm’ı yoktur. Çünkü müslüman bir kimsenin müslümanlığı sahih olacak kadar bir imanının bulunmaması söz konusu olmaz. Mü’min olan bir kimsenin de, İslâm’sız olması söz konusu değildir. O bununla Yüce Allah’ın salih ameller için belli bir imanı şart koşması açısından,ancak bununla imanını tahkik ettirebilir. Yüce Allah salih ameller için iman şartını koşmuştur. Bunun tahkiki hususunda şöyle buyurmaktadır:

“Her kim mü’min olduğu halde salih amellerden işlerse onun yaptıkları inkâr olunmaz (mükafatsız bırakılmaz).” (Enbiya, 94)

İmanın amelle tahkiki konusunda da şöyle buyurmaktadır:

“Her kim de ona mü’min olarak salih amel işlemiş halde gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.” (Tâ-Hâ, 105)

Zahiri itibariyle İslâmi ameller işlediği halde, gayba iman inancına sahip olmayan bir kimse, İslâm’dan çıkacak şekilde münafıktır.

Her kim gayba iman ettiği halde imanın hükümlerini ve İslâm’ın şer’i buyruklarını yerine getirmez, bunlarla gereğince amel etmezse, bu kişi de beraberinde tevhidin sebat gösteremeyeceği bir küfürle kâfir olur.

Peygamberlerin Yüce Allah’tan haber verdiği gayba iman edip de Allah’ın emrettikleri gereğince amel eden bir kimse ise, mü’min ve müslümandır.

Eğer bu böyle olmasaydı, mü’mine müslüman adını vermemek de, müslümana Allah’a iman eden mü’min adını vermemek de caiz olurdu.

Ehl-i kıble her rnü’minin müslüman ve her müslümanın da Allah’a, meleklerine, kitaplarına iman eden kimse (mü’min) olduğu üzerinde icma etmişlerdir.

(Muhammed b. Nasr) dedi ki:

Ameller arasında iman, bedende kalb örneğine benzer. Biri ötekinden ayrılmaz. Cisim sahibi bir kimsenin kalbsiz ve hayat sahibi olması mümkün olmadığı gibi, cisim olmaksızın da kalb sahibi olmak mümkün değildir. Bunlar biribirlerinden bağımsız şeylerdir, anlam ve hüküm bakımından da ayrıdırlar. Yine bunlar, zahir ve bâtını bulunan bir tane gibidir. Asıl itibariyle o, birdir. O bakımdan niteliklerinin farklılıkları dolayısıyla iki tanedirler denilemez.

İşte İslâm’ın amelleri de bu şekilde İslâm’dandır ve bunlar imanın dışıdır. Bu da organların amellerindendir. İman ise İslâm’ın içidir ve bu da kalbin amelleri arasındadır.

Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“İslâm aleniliktir, İman ise kalbtedir.” (Müsned, III, 135)

Bir diğer lafızda ise:

“İman gizlidir.” (Bu lafızla kaynağını tesbit edemedik) buyurmuştur, İslâm imanın amelleridir, iman ise İslâm’ın inançlardır. Buna göre amelsiz iman ve inançsız amel olmaz. Bunun örneği zahir ve bâtın amellerdir. Bunlardan birisi kalblerin amelleriyle organların amelleri açısından sahipleriyle ilgilidir.

Buna örnek, Rasûlullah (s.a.v)’ın şu buyruğudur:

“Ameller niyetler iledir”  (Buhârî, Bedu’l-Vahy, 1, İman, 41; Müslim, İmâre, 155; Ebû Dâvûd, Talâk, 11; Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 16)

Yani bir karar, kanaat (akide) ve maksat olmadan amel olmaz. Çünkü “innemâ” edatı, bir şeyin tahkikini, onun dışında kalan şeylerin de nehyedildiğini ifade eder. Böylelikle organların muamelat türünden olan amelleri isbat edilirken, kalblerin amelleri de niyyetler olarak tesbit edilmiştir. Amelin imanla ilgisi, dudakların dille ilgisine benzer. Dudaklar olmaksızın sağlıklı bir konuşma olamaz. Çünkü dudaklar harfleri bir araya toplar. Dil de sözü açığa çıkartır. Bunlardan birisinin olmaması halinde, konuşma mümkün olmaz. Aynı şekilde amelin sakıt olmasıyla imanın gidişi söz konusudur. Bundan dolayı şanı Yüce Allah, insana konuşma nimetini hatırlatıp bu nimeti sayıp dökerken, dille birlikte iki dudağı da şu buyruğunda zikretmiştir:

“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled, 8-9)

Bunun anlamı:

Biz onu gören ve konuşan kılmadık mı? Konuşma dil ve iki dudak ile ifade edilmiştir. Çünkü bunlar konuşmanın mekânıdır ve bu arada iki dudak da zikredilmiştir. Çünkü kendisiyle nimetin cereyan ettiği konuşma, dudaklar olmaksızın tamamlanamaz.

Yine iman ile İslâm’ın örneği, dışı bulunan ve yere dikilmiş bir çadıra benzer. Bu çadırın iç tarafında kazıkları ve direkleri vardır. Çadır İslâm’ı temsil eder. Onun alenî ve azaların amellerinden meydana gelen rükünleri vardır, işte bunlar çadırın kenarlarını tutan kazıklar gibidir. Çadırın ortasında bulunan direği ise iman temsil eder. O olmaksızın çadırın ayakta durmasına imkan yoktur. Çadırın ona ihtiyacı vardır. Çünkü, o olmadan ayakta duramayacağı gibi, hepsi birlikte olmadıkça da ayakta duracak gücü olmaz, işte organların amellerinde İslâm’ın durumu da böyledir, imanla birlikte olmadıkça, İslâm’ın ayakta durması mümkün değildir. İman ise kalblerin amelleri arasında yer alır. İslâm’la beraber bulunmadıkça da faydası olmaz, İslâm ise, salih ameller demektir.

Yine şanı Yüce Allah, İslâm ve imanın zıddı olarak aynı şeyi zikretmiştir. Eğer hüküm ve anlam bakımından bunlar tek bir şey hükmünde olmasaydılar, bunların zıddı tek bir şey olmazdı.

Şanı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“İman ettikten sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl olur da hidayet verir.”(Al-i İmran, 87)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

“Sizler müslüman olduktan sonra, size küfrü emreder mi?” (Al-i İmran, 80)

Burada her ikisine de zıd bîr durum olarak küfrü zikretmiştir. (Devamla) der ki:

İşte Rasûlullah (s.a.v) buna benzer bir şekilde iman ve İslâm’ın aynı türden olduğunu haber vermektedir. İbn Ömer’den gelen bir rivayette ise:

“İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir” buyurduğu gibi, İbn Abbas ile Abdülkayslıların temsilci heyetlerine dair hadis-i şerifte de onların iman konusunda soru sordukları belirtilirken, onun bu nitelikleri zikrettiği kaydedilmektedir. Böylelikle bunlar görünür bir İslâm olmadıkça içte bir imanın olmadığına işaret etmektedir.

İçte bir imanla birlikte bulunmadıkça dıştan bir İslâm’ın olamayacağına, imanla amelin biri olmaksızın ötekisinin faydasının olamayacağı, bir arada bulunması gereken iki husus olduğuna işaret etmektedir.

Devamla der ki:

Cibril hadisinde Peygamber (s.a.v)’in imanla İslâm arasında fark gözetmesine gelince:

Bu kalblerin amellerine ve kalblerdeki inançlara ilişkin niteliklerini belirttiğimiz bu hususların gereklerini açıklamaktadır. Bu inançların açıktan yapılması şeklinde nitelendirdiği ve yerine getirilmesini gerekli kıldığı dış fiillerden olup, organların amellerine ilişkin açıklama içermektedir. Yoksa farklılık ve çelişki bakımından, anlam açısından imanla İslâm arasında fark bulunduğundan dolayı bunları zikretmemiştir. Bu hadiste bunların hüküm itibariyle birbirlerinden farklı olduğu konusunda bir delil yoktur. Her ikisi de mü’min ve müslüman olan bir tek kulda bir arada bulunur mu? Böylelikle onun zikretmiş olduğu kalbî inançlar, kalbin niteliği alenî olarak yapılması söz konusu olan şeylerden zikrettiğini de cismin nitelikleri olurdu.

Devamla der ki:

Aynı şekilde ümmet, icma ile şunu kabul etmiştir:

Eğer kişi Cibril hadisinde imanın niteliklerine dair sözü geçen bütün hususlara kalbinden iman etse ve İslâm’ın vasıflarından zikredilen herhangi bir şeyi işlemeyecek olursa, bu kimseye mü’min adı verilmez.

Yine, o kimse İslâm’ın niteliği olarak belirtilen bütün hususları işleyip sonra da imana dair niteliklerini belirttiği şeylere inanmayacak olursa, müslüman olmaz.

Peygamber (s.a.v), ümmetin ise dalâlet üzere icma etmeyeceğini haber vermiştir. (İbn Mâce, Fiten, 8 )

İman, namaz ve diğer itaatler

Muhammed b. Nasr dedi ki:

Yüce Allah’ın namaz ve diğer itaatlere “iman” adını vermesi ile ilgili olarak kaydettiğimiz ayet-i kerîmelerde imanın sözü geçen şeyler olduğuna delil göstermişlerdir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın Hz. Adem’e secde etmesi emrini verdiği, tek bir şekilde bile Rabbine isyan eden İblis’in yüz çevirişi konusunda Allah’ın bize anlattığı olayı da delil göstermişlerdir, iblis:

“Rabbim beni azdırdığın şeye…”(Hicr, 39)derken,Rabbini inkâr mı ediyordu? Yine o:

“Rabbim, öyleyse bana tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver”  (Hicr, 36) derken, öldükten sonra dirilişe iman ettiğini, Allah’ın öldükten sonra diriltilecekleri güne kadar kendisine süre verebilecek kudrete sahip olduğuna iman ettiğini ortaya koymaktadır. Acaba İblis Yüce Allah’ın peygamberlerinden herhangi birisini inkâr etmiş miydi?

Yoksa Yüce Allah’ın izzetine yemin ederken, Allah’ın egemenliğinden herhangi bir şeyi red mi ediyordu?. İblis’in inkârı, emredilen bir tek secdeyi terketmekten mi oldu?

Yine Muhammed b. Nasr der ki:

Ayrıca Yüce Allah’ın Adem’in iki oğluyla ilgili anlatmış olduğu kıssayı da delil gösterirler:

“Hani onlar yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı da ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı… ve hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Mâide, 27-30)

Derler ki:

Acaba o (Kabil) Rabbini inkâr mı etmişti? Ona kurban sunarken, Rabbini inkâr etmesi nasıl düşünülebilir?

Bu görüşün sahipleri şöyle demişlerdir:

“Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bizim ayetlerimize ancak kendilerine bunlarla öğüt verildiğinde secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile teşbih edenler iman ederler. Ve onlar büyüklük taslamazlar.” (Secde, 15) burada görüldüğü gibi onlara ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman, onları kabul ederler denilmiyor.

Sadece bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla okurlar, işte bunlar ona iman ederler.” (Bakara, 121)

Onu hakkıyla okumaktan kasıt ona gereği gibi tabi olurlar demektir.

Eğer: Sözünü ettiğim bu buyruklarla birlikte amelin de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanın kapsamına girdiğini açıklayan sabit bir sünnet de var mıdır, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur:

Evet genel olarak bütün sünnetler ve seleften gelen rivayetler bunu dile getirmektedir. Bunlardan birisi Abdülkays’ın durumunu anlatan hadis-i şeriftir. Bunları belirttikten sonra Şu’be ve Urve b. Halid’in Ebû Cemre’den onun İbn Abbas’tan naklettikleri hadisi daha önce geçtiği üzere kaydeder.

Hadisin lafzı şöyledir:

“Sizlere bir ve tek Allah’a iman etmenizi emrediyorum.”

Daha sonra şöyle buyurdu:

“Bir ve tek Allah’a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?”

Onlar: “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” deyince şöyle buyurdu:

“Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmek, zekât vermek, ramazan ayının orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir.” (Buhârî, İman, 40, Eşribe, 4, 8; Müslim,İman, 23, 25, 26, 28 vs)

Ayrıca amellerin imanın kapsamına girmesini gerektiren birçok hadis-i şerif daha zikreder.

Daha sonra Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr der ki:

Bizim arkadaşlarımız Peygamber (s.a.v)’in:

“Zina eden kişi, zina ettiğinde mü’min olarak zina etmez.” (Buhârî, Mezalim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, İman, 100; Nesâî, Sarık, 1, Eşribe, 42) buyruğunun ne şekilde yorumlanacağı konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Onlardan bir grup şöyle der:

Peygamber (s.a.v) onu İslâm’dan çıkartmaksızın ve İslâm adını ondan kaldırmaksızın o kişiden sadece iman adını izale etmek istemiştir. Bunlar, imanla İslâm arasında fark gözeterek şöyle derler:

Böyle bir kişi zina ettiğinde mü’min değil, ama müslümandır. İman ile İslâm arasında fark gözetmelerine de Yüce Allah’ın:

“Bedeviler iman ettik dediler…” (Hucurat, 14)  ayetini delil gösterir ve şöyle derler:

İman; özel bir usul olup böyle bir usulü kazanmak tevhid yanında amel ile söz konusudur.

İslâm ise; genel bir isim olup böyle bir isim tevhidle ve küfürden çıkmakla sabit olur.

Bunun için de Sad b. Ebî Vakkas’ın rivayet ettiği hadisi delil gösterirler. Sözü geçen bu hadisi Sad’den gelen rivâyetiyle şöyle zikreder:

Rasûlullah (s.a.v) birtakım kimselere mal verdiği halde onlardan bir kişiye hiçbir şey vermez. Ben (Hz. Sa’d):

Ey Allah’ın Rasulü! Falana filana verdiğin halde, mü’min olan bu kişiye bir şey vermedin?” deyince.

Rasûlullah (s.a.v) “veya o, müslümandır” dedi ve bu:

“veya o müslümandır” sözünü üç defa tekrarladı; sonra şöyle buyurdu:

“Ben birtakım kimselere verdiğim halde, birtakım kimselere de onları verdiğim kişilerden daha çok sevmekle birlikte, vermiyorum. Çünkü cehenneme yüzüstü dökülmelerinden korkarım.” (Buhârî, İman, 19; Müslim, İman, 237,Zekât, 131; Ebû Dâvûd, Sünne, 15)

Zührî dedi ki:

Bizim görüşümüze göre İslâm bir sözdür, iman da ameldir.

Muhammed b. Nasr der ki:

Ayrıca Abdullah b. Mes’ud’un, kendisi adına mü’min olduğu konusunda şahitlik eden kişiye tepki göstermesini de delil gösterirler. Bu kişi Abdullah b. Mes’ud’un önünde herhangi bir istisnada bulunmaksızın:

“Ben mü’minim” demişti. Ondan sonra gelen ashabı da böyle idi. Kûfe’nin ileri gelen alimlerinin durumu da buydu. Bunlar Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler:

“İman ondan çıkar. Eğer geri dönerse, iman da ona geri döner.”

Buna benzer diğer rivayetleri de delil gösterirler. Ayrıca Hasen ve Muhammed b. Sirin’in müslüman demekle birlikte mü’min demekten çekindikleri konusundaki rivayeti de delil gösterirler. Diğer taraftan bize İshak b. İbrahim’in anlattığı Ebû Ca’fer’in sözünü de delil gösterirler. Rivayet şöyledir:

Bize Vehb b. Cerir b. Hazim haber verdi. Bana babam Fudayl b. Beşşar’dan rivayetle, Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali’ye Peygamber (s.a.v)’ın:

“Zani, zina ettiği zaman mü’min olarak zina etmez” (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudud, 1; Müslim, İman, 100)  buyruğu hakkında soru soruldu.

Ebu Ca’fer:

“Bu İslâm’dır” dedi ve genişçe bir daire çizdi. “Bu da imandır” dedi ve büyük dairenin ortasında küçük bir daire çizdi. Kişi zina eder veya hırsızlık yaparsa imandan çıkar, İslâm’a girer. Allah’ı inkâr etmedikçe de İslâm’dan onu bir şey çıkartmaz.

Yine bunlar Peygamber (s.a.v) ‘in:

“İnsanlar İslâm’a girdi. Amr b. As da iman etti” (Tirmizî,  Menâkıb,  49)hadisini de delil gösterirler.

Bize bunu Yahya b. Yahya anlattı, bize İbn Lehîa, Sureyi b. Hâni’den, o Ukbe b. Amir el-Cühenî’den anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.v):

“İnsanlar İslâm’a girdi, Amr b. As ise iman etti” demiştir.

Hammâd b. Zeyd’ten nakledildiğine göre o, imanla İslâm arasında fark gözetirmiş. imanı özel, İslâm’ı ise genel bir çerçeve olarak kabul ediyormuş.

Biz deriz ki:

İşte bunlar uyulacak örneklerdir ve bunlar, ardından gidilmek için yeterlidir. Bununla birlikte yapılacak bir araştırma bu kanaati isbat eder. Çünkü Yüce Allah “mü’min” adını bir övgü, bir tezkiye olarak zikretmiş ve imana karşılık cennetin verileceğini vaad buyurmuştur.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“O, mü’minler için çok merhametlidir. Ona kavuşacakları gün onlara esenlik dileği selâmdır. Onlar için çok şerefli bir yer hazırlamıştır.” (Ahzab, 43)

Yine şöyle buyurmaktadır:

“Ve mü’minlere muhakkak onlar için Allah’tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele!” (Ahzab, 47)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

“İman edenlere Rableri katında doğruluk makamı olduğunu müjdele” (Yunus, 2)

Yine Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

“O günde mü’min erkeklerle mü’min kadınların nurlarını önlerinde ve sağlarında koşar görürsün.” (Hadîd, 12)

“Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır…”(Bakara, 257),

“Allah mü’min erkeklere de, mü’min kadınlara da içinde ebediyen kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vadetmiştir.” (Tevbe, 72)

(Muhammed b. Nasr) Dedi ki:

Diğer taraftan Yüce Allah büyük günahlar için ateşe girmeyi vacib kılmıştır. İşte bu da iman isminin büyük günah (kebire) işleyen kimseden kalkacağının delilidir. Bu görüşü savunanlar derler ki:

Bununla birlikte Yüce Allah’ın İslâm ismiyle cenneti vacib kıldığını (vadettiğini) görmüyoruz. Böylelikle İslâm isminin, onun için hali üzere sabit olduğu, fakat iman isminin ondan kalktığı sabit olmaktadır.

Bu görüşleriyle ilgili olarak onlara:

Buna göre iman, küfrün zıddı değildi denilecek olursa şöyle derler:

Küfür imanın aslına zıddır. Çünkü imanın bir aslı ve dalları vardır, imanın aslı ortadan kalkmadıkça küfür sabit olmaz. Küfrün zıddı olan odur (imanın aslıdır). Eğer onlara:

Peygamber (s.a.v)’in kendilerin den imanı izale ettiğini iddia ettiğiniz kimselerde imandan herhangi bir eser var mıdır? denilecek olursa:

Evet, onun aslı sabittir, bu olmasa kâfir olurlar derler. Sen Abdullah b. Mes’ud’un, kendisinin mü’min olduğuna dair tanıklıkta bulunan kişinin bu şekildeki sözünü tepki ile karşıladıktan sonra şöyle dediğin duymadın mı?:

Fakat bizler, Allah’a, kitaplarına, meleklerine, peygamberlerine iman ederiz. Bu sözleriyle sana tasdik ettiği yönden gelene iman etmiş olduğunu, fakat bununla birlikte kendisinin taksirat sahibi olduğunu bildiği takdirde mü’min adına hak kazanmadığını haber vermektedir. Çünkü ona göre böyle bir isme, üzerinde farz olan şeyleri eda eden ve kebair olarak bilinen cehenneme girmeyi gerektirici şeylerden vaz geçen kimseler hak kazanır.

Derler ki:

Şanı Yüce Allah bu isme, cenneti hak eden ve Allah’ın kendisine cenneti vadettiği kimselerin hak kazanacağını açıkladığına göre, bizler kendimizin iman ve tasdik ettiğimizi de bildiğimize göre (çünkü tasdikten ancak yalanlamak ile çıkılır ve biz şüphe edip yalanlayıcı olmadığımıza, bununla birlikte ona isyankâr ve azabı gereken kimseler olduğumuzu bildiğimize ve bu da Yüce Allah’ın iman ismi dolayısıyla mü’minlerin lehine sevap verme hükmünün zıddı olduğuna göre) bu durumda bizler kendimizin iman ettiğimizi, bununla birlikte Yüce Allah’ın cennette kendisi sebebiyle hükmü tesbit etmiş olduğumuz ismi kendimize vermekten kaçındığımız -ki bu isim Allah tarafından bir övgü ve bir tezkiyedir ve Allah bize kendimizi tezkiye etmemizi yasaklamış, kendimiz için korkmamızı emretmiştir- isyanımız sebebiyle azabı tesbit ettiğine göre, bu durumda bizler kendimize mü’min adını vermek hakkına sahip olmadığımızı da bilmiş oluyoruz.

Çünkü Yüce Allah iman ismi dolayısıyla övülmeyi tezkiyeyi Allah’ın şefkatine, rahmetine, mağfiretine ve cennetine nail olmayı mükafat olarak tesbit etmiş, büyük günahlar için de cehennemi vadetmiştir. Bunlar ise birbirine zıd iki hükümdür.

Eğer: Sizler kendinize iman adını nasıl vermiyorsunuz?

Halbuki aslı Allah’ın hak ve söylediklerinin doğru olduğunu tasdikten ibaret olan imanın kalbimizde bulunduğunu iddia ediyorsun? diye sorulursa, şöyle cevap verilir:

Allah, Rasulü ve müslüman kitleler eşyaya çoğunluğu göz önünde bulundurarak isim vermişlerdir.

Zaniye “fâsık”, zina iftirasında bulunana “fâsık”, içki içene “fâsık” demekle birlikte, bunlardan hiç birisine “takva” ve “vera’ ” sahibi dememişlerdir.

Bununla birlikte müslümanlar böyle bir kimsede “takva” ve “vera’ın” aslının bulunduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Çünkü o küfürden ve Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmaktan sakınmaktadır (takva göstermektedir).

Aynı şekilde cünüplük dolayısıyla gusletmeyi, yahut namaz kılmayı terketmekten de çekinmekte, annesi ile ilişki kurmaktan sakınmaktadır, işte o bütün bu durumlarda takva sahibidir.

Yine bize muvafakat ve muhalefet edenler de dahil olmak üzere, müslümanlar eğer ahlâksızlık yapıyorsa, o kişiye takva sahibi ve vera sahibi denilmeyeceğini ittifakla kabul ederler. Bunlar takva ve veraın aslının onda bulunduğuna icma etmekle birlikte haram şeyleri işlemekten çekinmesi gibi asim dışında bir takım fer’i hususlara da fazladan sahib olabilmekle birlikte bazı büyük günahları işlemesi dolayısıyla ona “muttaki” veya “vera” sahibi adını vermezler. Aksine onun kısmen takva ve vera sahibi olduğunu ortaya koymakla birlikte ve bunu bilmelerine rağmen, yine böyle bir kimseye “fâsık” ve “fâcir” adını vermişlerdir. Ona takva sahibi adını vermelerine engel olan, takva sahibinin övgü ve tezkiye ihtiva eden bir isim oluşudur. Şanı Yüce Allah’ın böyle bir kimseye mağfireti ve cenneti vadetmiş olmasıdır.

Bunlar derler ki:

İşte bundan dolayı biz, buna mü’min adını vermeyiz, fâsık, zani adını veririz, isterse kalbinde imanın aslı bulunsun.

Çünkü “iman”, şanı Yüce Allah’ın kendisiyle mü’minleri övdüğü, onları tezkiye ettiği ve kendisi dolayısıyla cenneti vadettiği bir isimdir. İşte bundan dolayı bizler müslüman deriz, mü’min demeyiz.

Ayrıca şöyle derler:

Muvahhid müslümanlardan herhangi bir kimse eğer kalbinde imanın da, İslâm’ın da olmamasını hak etmiş ise, elbette buna cehennemi boylayan cehennemlikler arasında en çok hak sahibi olanlar olurlar.

Peygamber (s.a.v) ‘in ise Yüce Allah’ın:

“Kalbinde imandan zerre ağırlığı kadar eser bulunan kişiyi cehennemden çıkartınız”  (Buhârî, İman, 15; Müslim, İman, 148; Nesâî, İman, 18) buyuracağını bize haber verdiğinden, müslümanların en kötü olan kişisinin bile kalbinde bir iman bulunduğu sabit olmuş demektir.

Bizler ümmetin böyle bir kimse hakkında Yüce Allah’ın müslümanları, yerine getirmekle sorumlu tuttuğu hükümlerle hükmettiklerini, onları tekfir etmediklerini ve bununla birlikte cennetlik oldukları konusunda tanıklık etmediklerini gördüğümüzden, bunların müslüman oldukları sabit olmuştur. Çünkü bu gibi kimseler hakkında, müslümanlarla ilgili hükümlerin uygulanacağı konusunda icma etmişler, ayrıca bunlara mü’minler adını vermeyi hak etmediklerini de kabul etmişlerdir. Çünkü İslâm kişiyi bütün dinlerden ayırıp uzaklaştıran din hakkında sabit olur ve böylelikle İslâm adı dışında o kişi için bütün dinlerin isimleri ortadan kalkar.

Birisi onlara:

Sizler “inşaallah mü’minleriz” derken, imanın kemalini kastettiğiniz gibi, niçin küfrün kemalini kastederek “inşaallah kâfirdir” demiyorsunuz? dese, şöyle derler:

Çünkü kâfir, hakkı inkâr eden kimsedir. Mü’minin imanının aslı ise ikrardır, inkârın ise başı da, sonu da yoktur. Dolayısıyla bu yüzden hakikatlerin yerine getirilmesinin beklenmesi düşünülemez, imanın aslıysa tasdiktir, ikrar ile ikrar ettiği şeyin gereklerini yerine getirmenin hakikatleri beklenip gözetlenir. Tasdik ettiği şeyi tahkik etmesi gerekir. Bu şuna benzer:

İki kişinin bir kişiye ödemeleri gereken borçları vardır. Bunlardan birisinden alacağını ister. Borçlu:

“Senin benim yanımda bir alacak hakkın yoktur” deyip red ve inkâr eder. Artık geride, bunun söylediklerini gerçekleştirecek bir makamı kalmaz. Diğerine üzerindeki hakkını ödemesini isteyince, o da:

Evet, senin benden şu şu alacağın vardır, der. Fakat onun bu ikrarı ona borcunu ödemediği sürece, üzerindeki hakkı sahibine ulaştırmaya yeterli değildir. O bakımdan üzerindeki borcu eda etmesi suretiyle söylediğini tahkik etmesi ve borcunu ödemekle ikrarını tasdik etmesi beklenir. Eğer ikrarda bulunduğu halde yine hakkını ona ödemeyecek olursa manen hakkını inkâr etmiş kimse gibi olur. Çünkü o takdirde edayı (borcu ödemeyi) terketmekte biribirlerine eşit olurlar. Söylediğini tahkik etmesi (gerçekleştirmesi), hak sahibine hakkını ödemesiyle olur. Eğer hakkının bir kısmını öderse söylediğinin bir kısmını gerçekleştirmiş ve ikrarını kısmen eda etmiş olur. Bir kısmını eda ettiği sürece yaptığı ikrarı da daha fazlasıyla gerçekleştirmiş olur. Mü’mine düşen ise, ölünceye kadar ikrarını eda etmektir, işte bundan dolayı inşaallah mü’min deriz, fakat inşaallah kâfir demeyiz.

Muhammed b. Nasr der ki:

Hadis ashabından bir başka kişi bunlar gibi söyler. Ancak onlar böyle birisine küfür dinlerinden çıktı ve Allah’ı kabul ve ikrar ettiği için ve söylediği sözler dolayısıyla müslüman adını verirler, fakat mü’min adını vermezler. Ayrıca derler ki:

Ona İslâm adını vermekle birlikte o kâfirdir. Allah’ı inkâr yoluyla kâfir değil, fakat amel yolu itibariyle kâfirdir. Derler ki:

Bu dinden çıkaran bir küfür değildir. Ayrıca onlar şöyle derler: Peygamber (s.a.v)’in:

“Zani, zina ettiği zaman mü’min olarak zina etmez” (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1; Müslim, İman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) demesi, mümkün olmayan bir şeydir.

Çünkü küfür, imanın zıddıdır. Bir kimse hakkında iman ismi zail oldumu, mutlaka küfür onun için ayrılmaz bir isim olur. Çünkü küfür imanın zıddıdır.

Fakat küfür iki türlüdür:

1 – Birisi Allah’ı ve dediklerini inkâr etmek şeklindeki küfür olup bunun zıddı Allah’ın varlığını kabul etmek, onu ve söylediklerini tasdik etmektir,

2 – Diğeri ise amelî küfür olup amelden ibaret olan imanın zıddını Peygamber (s.a.v)’in:

“Komşusu kötülüklerinden emin olmayan bir kimse iman etmiş olmaz” (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, iman, 73) sözüne bakmaz mısın?

Böyle bir kimse eğer mü’min değilse, kâfirdir. Bundan başka türlüsü caiz olmaz. Ancak bu amel yönüyle küfürdür.

Çünkü o, amel bakımından iman etmemiştir ve Allah’ın farz kıldığını yerine getirmemesi, kebairi işlemesi ancak korkunun azlığından dolayıdır.

Korkusu ise, Allah’ı tazim edişindeki ve tehditlerinden korkmasındaki azlık dolayısıyla azalır. Böyle bir kimse korkuyu ve veraı ortaya çıkartan taziri imanında gerçekleştirmemiştir.

İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v), eğer komşusu kötülüklerinden yana kendisini emniyette görmüyorsa, iman etmiş olmayacağı konusunda yemin etmiştir.

Diğer taraftan bir grup Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla çarpışmak küfürdür” (Buhârî, İman, 36, Edeb, 44, Fiten, 8; Müslim İman, 116; Tirmizî, Bin, 52, İman. 15; Nesâî, Tahrim, 27; İbn Mâce, Mukaddime, 7,9, Fiten, 4),

“Müslüman, kardeşine kâfir diyecek olursa ve o da böyle değilse, bu sefer kâfir olur.” (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111; Tirmizî, İman, 16 )

Burada Peygamber (s.a.v) kişiyi müslüman kardeşiyle çarpışması dolayısıyla kâfir diye adlandırmıştır. Ona kâfir demesi sebebiyle de kâfir olacağını söylemiştir. Bu söz ise zinadan, hırsızlıktan, içki içmekten daha aşağı bir davranıştır. Derler ki:

Bize karşı delil getirerek bizim bir kimseye “kâfir” adını verdiğimiz takdirde, Allah’ı inkâr eden kâfirlerin hükmüyle haklarında hüküm vermemiz, ondan tevbe istememiz, hadleri uygulamamız gerektiğini ileri sürenlerin sözlerine gelince…

Bunlar bu itirazlarına gerekçe olarak şunu da gösterirler:

Böyle bir kimse kâfir oldu mu, mü’minlerin hükümleri ve hadleri onun üzerinden kalkar. Bu ise büyük günah işleyen herkesin üzerinden hadleri ve mü’minlerin hükümlerini kaldırmamızı gerektirir. Ancak bizler onların ileri sürdükleri şeyleri söylemiyoruz.

Bizim söylediğimiz şudur:

İmanın bir aslı, bir de dalları vardır, imanın zıddı ise her anlamda küfürdür,

1 – İmanın aslı ikrar ve tasdik,

2 – Dalı ise, kalb ve beden ile ameli tamamlamaktır,

İkrar ve imanın aslı olan tasdikin zıddı ise Allah’ı inkâr ve söylediklerini inkâr, onu ve onun buyruklarını tasdik etmeyi terketmektir.

Amelden ibaret olup ikrarla ilgisi olmayan imanın zıddı ise, insanı dinden çıkartan Allah’ı inkârla küfrü gerektiren küfür türü değildir. Fakat buradaki küfür, amellerin zayi edilmesi anlamında bir küfürdür.

Nitekim amelin de iman adını alması gibi. Fakat bu adı alan amel Allah’ı kabul etmek demek olan iman değildir.

Allah’ı ikrar demek olan imanı terkeden kişi, kâfir olduğundan dolayı tevbe etmesi istenir.

Fakat zekât, hac ve oruç gibi amel olan imanı terketmek, yahut şarap içmekten, zina etmekten uzak durmak şeklindeki imanı terkeden kişiden, imanın bir kısmı gitmiştir. Bize muhalefet eden ehl-i sünnete göre de bu böyledir, iman tasdik ve ameldir diyen bid’at ehline mensup kimseler de bu kanaattedirler. Bunun tek istisnası Haricîlerdir. Aynı şekilde bizim amel yönüyle kâfirdir sözümüz, o kişiden tevbe etmesini istemeyi gerektirmez ve böyle bir kimseden hadler de kalkmaz.

Nitekim amelden ibaret olan imanın ortadan kalkmasıyla tevbe etmeyi istemek söz konusu değildir. Böyle birisinden hadleri ve mükellef olduğu hükümleri kaldırmak da söz konusu değildir. Çünkü imanın aslı ondan ayrılmamıştır. Aynı şekilde amel yoluyla onun hakkında kâfir adını kabul etmemiz de bizim ondan tevbe etmesini istememizi gerektirmediği gibi, hadleri ve hükümleri de kaldırmak söz konusu değildir. Çünkü o Allah’ı veya söylediklerini inkâr şeklindeki küfrü işlememiştir.

Derler ki: Allah’ı bilmek iman, onu bilmemek küfür, farzları işlemek iman olmakla birlikte, bunların nüzulünden önce onları bilmemek küfür değildir.

Çünkü Rasûlullah (s.a.v)’ın ashabı, Allah’ın Rasûlünü gönderdiği ilk zamandan itibaren Allah’ı kabul etmişlerdir. Fakat daha sonra üzerlerine farz kılman farzları bilmiyorlardı. Onların bunları bilmeyişleri küfür olmaz.

Daha sonra Allah, üzerlerine farzlarını indirdi. Onları kabul etmeleri ve gereklerini yerine getirmeleri, iman oluyordu. Bunları inkâr eden kişinin kâfir olması, ancak Allah’ın haberini yalanlamasıyla olur. Allah’tan haber gelmemiş ise, onları bilmemek kişiyi kâfir kılmaz. Haberin gelmesinden sonra ise, müslümanlardan o haberi işitmemiş olan kişi onları bilmediğinden dolayı kâfir olmaz.

Allah’ı bilmemek ise, haberden önce de sonra da her durumda küfürdür.

Derler ki: İşte bundan dolayı şöyle deriz:

Allah’ı tasdik etmemek küfürdür. Farzları farz kılanın Allah olduğunu tasdik etmekle birlikte, farzların terki de küfürdür, fakat Allah’ı inkâr demek olan küfür değildir. Bu, hakkı terketmek bakımından bir küfürdür. Nitekim bu küfür hakkını ve nimetini nankörlükle karşılayan, gereği gibi teşekkür etmeyen kimseye  « ﮐﻔﺭﺘﻧﻰ ﺤﻘﻰ ﻮﻧﻌﻣﺘﻰ  »   der.

Yine derler ki:

Bu konuda bizim için uyulacak örnek olarak Rasûlullah (s.a.v)’ın ashabından ve tabiinden olup kendilerinden bu konuda rivayet gelenler örnek olarak yeter. Çünkü bunlar aslından ayrı olarak küfrün birtakım dalları olduğunu kabul etmişlerdir ve bu dallar kişiyi İslâm dininin dışına çıkarmaz. Nitekim amel yönünden de imanın aslının birtakım dalları olduğunu tesbit etmişlerdir ki, bu dalları terketmek kişiyi İslâm dininden çıkartmaz.

Bunlardan birisi de İbn Abbas’ın, Yüce Allah’ın:

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir”(Mâide, 44) buyruğu konusunda yaptığı açıklamadır.

Muhammed b. Nasr der ki:

Bize İbn Yahya, Süfyan b. Uyeyne Hişam, yani Urve’nin oğlu Huceym, Tavus, İbn Abbas kanalıyla gelen rivayetle:

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” buyruğu hakkında:

Bu onların zannettikleri türden bir küfür değildir, demiştir.

Muhammed b. Yahya ile Muhammed b. Rafi’nin Abdurrezzak, Ma’mer İbn Tavus ve babasından haber vererek anlattığına göre:

İbn Abbas’a Yüce Allah’ın:

“Her kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte olar kâfirlerin ta kendileridir” buyruğu hakkında soru soruldu. O:

“Bu, O’nu inkâr ve küfürdür, dedi.”

İbn Tavus dedi ki:

“Fakat Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, rasullerini inkâr edenin durumu bir değildir.”

İshak’ın Veki, Süfyan, Ma’mer, İbn Tavus, onun babası ve İbn Abbas’a dayanarak şöyle dediğini haber verdi:

Bu onu küfür ve inkârdır fakat Allah’ı,meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini inkâr ise, kâfir olanınki gibi değildir. Yine bize bunu Veki Süfyan’dan, o İbn Tavus’tan o da babasından rivayetle dedi ki:

Ben İbn Abbas’a:

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler… Kâfir mi demektir? diye sordum. O:

“Böylesinde küfür vardır, fakat Allah’ı, ahiret gününü, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr yoluyla kâfir olanınki gibi değil,” cevabını verdi.

Bize Muhammed b. Yahya anlattı, Abdurrezzak Süfyan’dan, o bir adamdan, o Tavus’tan dedi ki:

Bize İshak anlattı:

Veki Süfyan’dan, o Seyid el-Mekbi’den, o Tavus’tan haber vererek dedi ki:

“dinden çıkartan bir küfür değildir. Dinden çıkartmayan bir küfürdür.”

Bize İshak anlattı. Veki Süfyan’dan o İbn Cüreyc, o Ata’dan haber vererek dedi ki:

“Küfürden aşağı küfür, zulümden aşağı zulüm, fısktan aşağı fısk vardır.”

Muhammed b. Nasr dedi ki:

“Derler ki: Ata doğru söylemiştir. Nitekim kâfire, zalim adı verildiği gibi, müslüman isyankarlara da zalim adı verilir. Bir zulüm var ki İslâm dininden çıkartır, bir zulüm vardır ki çıkartmaz. “

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar…” (En’am, 82)

“Şüphesiz ki şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)

Ayrıca İbn Mes’ud Buhari ile Müslim tarafından ittifakla rivayet edilen hadisini zikrederek der ki:

“İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar” buyruğu nazil olunca bu Peygamber (s.a.v) ‘in ashabına çok ağır geldi ve:

Kendisine zulmetmeyen hangimiz var ki? dediler. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Hayır, kastedilen bu değildir. Sizler Allah’ın salih kulunun:

“Muhakkak şirk büyük bir zulümdür” dediğini duymadınız mı? Burada maksat şirktir.” (Buhârî, Tefsir, 6, sûre, 3)

Bize Muhammed b. Yahya anlattı, bize Haccac b. Minhal, Hammad b. Seleme’den, o Ali b. Zeyd’den, o Yusuf b. Mehran’dan, o İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre, Ömer b. Hattab evine girdiğinde açıp Kur’an okurdu. Yine bir gün eve girdi ve Kur’an okudu. Şu:

“İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar. ” (En’am, 82) ayetini sonuna kadar okuduktan sonra ayakkabısını giydi, ridasını aldı.

Sonra da Ubeyy b. Ka’b’a varıp şöyle dedi:

Ey Münzir’in babası! Az önce şu:

“İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar” ayetini okudum ve gördüğüm kadarıyla biz hep zulmediyoruz ve bu tur işleri yapıyoruz.

Ubeyy b. Ka’b şöyle dedi:

Ey mü’minlerin emiri! Burada kastedilen o değildir. Yüce Allah:

“Muhakkak şirk büyük bir zulümdür” (Lokman, 13) buyurmaktadır. Orada kastedilen zulüm şirktir.

Muhammed b. Nasr dedi ki:

Aynı şekilde fısk da iki türlüdür.

1 – Kimi fısk insanı dinden çıkartır,

2 – Kimi fısk da çıkartmaz.

Bu bakımdan kâfire fâsık denildiği gibi, müslüman olup fâsıklık edene de fâsık denir.

Yüce Allah İblis’i söz konusu ederek:

“Rabbinin emrinden çıkarak fâsıklık etti” (Kehf, 50) buyurmaktadır.

Onun bu fışkı küfürdü. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

“Fâsıklık edenlere gelince, onların varacakları yer cehennemdir.” (Secde, 20)

Burada kastedilenler kâfirlerdir. Buna da Yüce Allah’ın şu buyrukları delildir:

“Ondan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve onlara: Yalan saydığınız ateşin azabını tadın denilir.” (Secde, 20)

Müslümanlar arasından fâsıklık eden kimselere de fâsık denilmiş ve İslâm’ın dışına çıkartılmamıştır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“İffetli kadınlara iftira atanlar sonradan dört şahid getiremeseler o kimselere seksen değnek vurun ve onların ebediyyen şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur, 4)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

“Kim o aylarda haccı (ihrama girerek kendine) farz ederse artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek (küfür) ve tartışmak yoktur.” (Bakara, 197)

İlim adamları burada yer alan “küfür (fâsıklık)” in tefsiri ile ilgili olarak:

Bunlardan kasıt masiyetler ve günahlardır demişlerdir.

İyilik Allah’tan, Kötülük Nefistendir

Şeyh-ul İslâm Takiyuddin Ahmed b. Teymiye -Allah rahmet etsin- dedi:

İyiliğin Allah’tan ve kötülüğün nefisten olduğunu açıklayan farklar hakkında…

“Kulları içinde ancak alimler Allah’tan korkar.” (Fatır, 28)

De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri (….) Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf, 33)

Bu ayette zikredilen şeylerin dışındakilerle ilgili olarak haram kılınma durumu olumsuzlanıyor, sadece bunlar için olumlanıyor. Acaba Allah’tan korkma durumu cins için mi olumlanıyor, yoksa teker teker her alim kimse için mi olumlanıyor. Nitekim bütün müslümanlar teker teker hacca gitmedikleri halde:

“Müslümanlar haccediyorlar” denir. Bu noktada bir soru daha gündeme geliyor: Müstesna, iktiza eden midir, yoksa şart mıdır?

Çünkü yukarıdaki ayette ve benzerlerinde iktiza eden, gerek-tiren olarak belirginleşiyor, dolayısıyla geneldir. Çünkü peygamberlerin uyarı yaparken aracı olarak kullandıkları ilim korkuyu gerektirir. Ayrıca iyiliği işlemeye ve kötülüğü terk etmeye sevkeden korkuyu gerektiren ilim olduğuna göre ve her günahkâr da cahil olduğuna, bilgisi tamam olmadığına göre, “kötülüklerin temeli cehalettir, bilgisizliktir” şeklindeki değerlendirmemizin anlamı açıklığa kavuşuyor.

Böyle olduğuna göre ilmin yokluğu mevcut olan bir şey değildir. Bilakis tıpkı kudretin, işitmenin ve görmenin yokluğu gibidir. Yokluk ise “şey”değildir. “Şey” ancak var olana denir -ki Allah her şeyin yaratıcısıdır, denilmiştir- Salt yokluk Allah’a izafe edilemez. Ama var olan bir şey Allah ile ilintili olarak zikredilebilir. İnsan alim değilse, nefis doğası gereği onu hareket etmeye sev keder. Çünkü nefis canlıdır, iradeye bağlı hareket de hayatta olmanın ayrılmaz bir özelliğidir. Nefsi en güzel anlatan isimler şunlardır:

el-Haris (Tahrik eden)… El-Humam… (Cesur, aktif)… Bir hadiste şöyle buyuruluyor:

“Kalp, yere düşmüş kuş tüyüne benzer.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 10, 65; Ahmed, 4/408)

Bir diğer hadiste de şöyle buyuruluyor:

“Kalbin kaynaması, ateşin üzerinde kaynayan tencereninkinden daha şiddetlidir.” (Ahmed, 6/4; Taberani, el-Kebir 20/253; el-Hakim, Müstedrek 2/289)

Böyle olduğuna göre, yüce Allah’

ın bir kimseyi hidayete erdirmesi, ona kendisine yararlı olan şeyleri ve zararlı olan şeyleri öğretmesi demektir. Böylece kişi kendisine yararlı olan şeyi ister, zararlı olan şeyi de istemez.

Allah’ın Ademoğullarına nimeti

Yüce Allah Ademoğullarına bu hususta iki temel lütufta bulunmuştur:

Birincisi: Buhari ve Müslim’de belirtildiği gibi:

“Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar.” (Buhari, Kader, 30; Müslim, Kader 22, 23, 24)

Müslim, İyad b. Hımar’dan merfu olarak şöyle rivayet eder:

Ben, kullarımı hanifler (fıtraten Allah’ı bir bilme özelliğine sahip)olarak yarattım.” (Müslim, el-Cenneh, 63 Ahmed, 4/162)

Dolayısıyla nefis fıtratıyla başbaşa bırakıldığı zaman, Allah’ı sever ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Fakat insan ve cin kökenli şeytanlar kötülükleri ona süsleyerek onu ifsad edip yoldan çıkarırlar.

“Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı.” (Araf, 172)

Bu ayeti, başka yerlerde geniş biçimde ele alıp tefsir ettik.

İkincisi: Yüce Allah, insanlara akıl vermekle, onlara kitaplar indirmekle ve kendilerine peygamberler göndermekle onları genel olarak hidayete yöneltmiştir.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku (…) bilmediğini…” (Alak, 1-5)

“Rahman Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. O’na açıklamayı öğretti.” (Rahman, 1-4)

“Yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren Rabbinin adını tesbih et.” (A’la, 1-3)

“O’na iki yolu gösterdik.” (Beled, 10)

Şu halde her insanda hakkı bilip sevmesini gerektiren bir özellik vardır. Ayrıca Allah, insanı, ahiret mutluluğuna erişmesini mümkün kılacak çeşitli ilimleri öğrenmeye yöneltmiştir. Fıtratına bu bilgiyi sevme eğilimini yerleştirmiştir.

Ancak bazen insan, kendisine yararlı olan şeyi bilmek istemekten kaçınabilir. İşte bu kaçınma, bu yüz çevirme “yoksal” bir olgudur. Ancak nefsin ayrılmaz özelliklerinden biri de irade sahibi olması ve hareket etmesidir.

Nefsin doğal bir hayatı vardır. Ancak onun mutluluğu yararlı bir hayat yaşamasına, yani Allah’a ibadet etmesine bağlıdır. Bu hayatı yaşamadığı sürece ölüdür. Dolayısıyla sahip olduğu doğal hayatı da onun için bir işkenceye dönüşür. Ne yaşar ki, hayatın nimetlerinden yararlansın, ne de ölür ki, işkencelerin acısından kurtulsun.

“Sonra o ateşte ne ölür, ne de yaşar.” (A’la, 13)

Bu da gösteriyor ki, verilen ceza işlenen suçla aynı türden ve aynı düzeydedir. Dünyadayken yararlı bir hayat sürdüren yaşayan biri olmadığı, ayrıca duygusuz bir ölü de olmadığı için, ahirette de aynı durumda olacaktır.

Nefis eğer hakkı bilir ve onu isterse, bu, Allah’ın ona yönelik bağışının eksiksizliğinin bir göstergesidir.

Aksi takdirde nefis, doğası gereği, Allah’tan başka bir mabuda tapmayı ve kötülükleri işlemeyi isteme eğilimine sahiptir. İşte nefsin varoluşunda yer alan bu terkip Allah’ı bilmemesine ve O’na ibadet etmemesine neden olur. Yokluk dediğimiz budur.

Kaderiyecilere göre insanın iradesi

Kaderiyeciler bunu kabul ederler. Ayrıca Allah’ın insanı irade sahibi olarak yarattığını da kabul ederler. Fakat onun güç ve kabul anlamında irade sahibi olduğunu söylerler. Yani, şunu ve şunu isteme kabiliyetine sahiptir. Şu muayyen şeyi ve şu muayyen şeyi istemesine gelince, onlara göre bu olgu Allah tarafından yaratılmaz. Böylece gerçeği yanlışla karıştırırlar.

Oysa Allah, bunların tümünün yaratıcısıdır. Nefse günahını da takvasını da ilham eden O’dur.

Resulullah (s.a.v.) şöyle derdi:

“Allah’ım nefsime takvasını -günahlardan sakınma duygusunu- ver.”(Müslim, Zikir, 73; Nesai, İsti’aze, 13-65; Ahmed, 4/374-6/209)

Allah, İbrahim’i (a.s.) ve onun soyunu, kendisinin emriyle insanları Allah’a çağıran imamlar, önderler kılmıştır. Firavun soyunu da ateşe çağıran önderler kılmıştır. Ancak bu da iki açıdan gelip Allah’a dayanır.

Birincisi, amaçsal illeti,

İkincisi, sebebi açısından.

Amaçsal illete gelince; Allah, bunu bir hikmete dayalı olarak yaratmışsa, bir hikmete dayalı olmak açısından hayırdır, izafî olarak şer olsa da. Tekil bir şeye izafe edildiği zaman, bazı kişiler Cehm b. Safvan

’ın anlayışı doğrultusunda bir takım vehimlere kapılırlar. Yani, Allah, hiç kimsenin hayrına olmayan, ne bir hikmete dayanan ne de rahmeti yansıtan salt şerri yaratır, derler. Kitap, sünnet ve akıl ise bu anlayışı reddeder, boşa çıkarır. Nitekim:

“Muhammed ve ümmeti kan döküyorlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar” denildiği zaman, bu, onlara yönelik bir yergiyi ve eleştiriyi ifade eder. Bu yüzden yanlıştır, batıldır. Ama:

“Allah’ın sözü en yüce olsun diye cihad ediyorlar, buna karşı çıkanları da öldürüyorlar” denildiği zaman, bu, onlara yönelik bir övgü olur ve ayrıca doğrudur da.

Hayır ve şer de birer nimettirl

Eğer denilse ki:

“Yüce Allah hikmet sahibidir, merhametlidir, her şeyin yaratılışını güzel yapmıştır. O merhametlilerin en merhametlisidir. Hayır O’nun elindedir. Şerde O’nun bir sorumluluğu yoktur. Ancak hayır yapar. Bazı canlılara acı veren şeyler yaratması, kimi yerilen davranışları var etmesi de gerisinde büyük bir hikmet ve muazzam bir nimet barındırmaktadır.”

Bu söz haktır ve yüce Allah’a yönelik övgü olur.

Fakat:

“Hiç bir hayrı olmayan, kimseye yararı dokundurmayan, hikmet ve rahmetten eser bulunmayan şerri yaratır. Günahsız insanlara azap eder” denilse, bu, Allah’a yönelik bir övgü olmaz, aksine yergi olur. Cehennemin, İblis’in ve kötülüğün yaratılmasının hikmetiyle, bunlarla birlikte tecelli eden rahmetle ilgili açıklamalarda bulunmuştuk. Ama bilemediklerimiz daha da büyüktür.

Yüce Allah zatı olarak hamdı, sevgiyi ve hoşnutluğu hakkeder. Bu ihsanından dolayı da O’na hamdolsun, şükürler olsun. İşte bu, mutlak hamddır.

Bu kitabımızın dışında başka yerlerde, Allah her neyi yaratmışsa, o bir nimettir ve bundan dolayı Allah’a şükretmek gerekir. Her yaratılan şey, O’nun bir nimeti ve bir işaretidir. Bu yüzden Necm suresinin sonunda şöyle deniyor:

“Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden şüpheye düşersin.” (Necm, 55)

Rahman suresinde:

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak” (Rahman, 26) ve benzeri ifadeler kullanıldıktan sonra:

“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz.” buyuruluyor.

Bir grup müfessir şöyle demiştir -lafız Bağavi’ye aittir-:

“Onlar, cehennemle kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman, 44)

Yüce Allah her nerede:

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak” benzeri bir ifade kullanmışsa, bu, öğüttür ve bir nimettir. Çünkü insanı günahtan alıkoyucu bir özelliği var. Aralarında ez-Zeccac ve İbn-i Cevzi gibi isimlerin bulunduğu bazı kimseler de, “Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” ayetleri hakkında şöyle demişlerdir:

“Bu ayetlerde işaret edilen varlıkların tümü, sizi Allah’ın birliğine ileten deliller olmaları hasebiyle nimettirler. Sonra sizin ayakta durmanızı sağlayan şeyleri rızık olarak sunması da sizin için bir nimettir.”

Adı geçen zatların Rahman suresine ilişkin değerlendirmeleri budur. Necm suresinde yer alan:

“Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden şüpheye düşersin.” (Necm, 55)ayetiyle ilgili görüşleri de şöyledir:

Rabbinin birliğine delalet eden nimetlerinin hangisinden şüphe edebilirsin. Bazıları:

“Hangisinden şüphe edip tartışma konusu yapabilirsin” şeklinde bir açıklama getirmişlerdir.

İbn-i Abbas:

“Hangisini yalanlayabilirsin…” diye açıklamıştır.

Benim kanaatime göre,

“şüpheye düşmek” yalanlama anlamını da içerir. Bu yüzden, kelimeye bir “ta” harfi daha eklenerek geçişli kılınmıştır. Çünkü bu kelimenin aslı “el-Mera” masdarının “tefaul” veznine uyarlanmış şekli olan “temara” dır. “Temareyna fi’l hilali= Hilalin görünüp görünmediği hususunda kuşkuya düştük.” demek gibi. Kur’an hakkında kuşkuya düşmekse küfürdür. Bunun nedeni yalanlama ve kuşku duyma olabilir. Bazı müfessirlere göre hitap çoğunluğa yönelik olduğu için “tetemara= Yani, şüpheleniyorsunuz” denilmiş ve “temteri” denilmemiştir. Çünkü “tefaul” kalıbı iki kişi arasında cereyan eden eylemlerle ilgilidir.

Bazı müfessirlere göre bu ayette kastedilen kişi:

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 39)  ayetinde de işaret edilen Velid b. Muğire’dir. Yüce Allah:

“Yoksa, Musa’nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim’in sahifelerinde yazılı olanlarkendisine haber verilmedi mi? Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.” (Necm, 36-38)

Buyurduktan sonra, ona dönüyor ve:

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 39)buyuruyor.

Nitekim başka bir yerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. Cinleri öz ateşten yarattı. O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?(Rahman, 14-16)

Şu halde Allah’ın yarattığı her şey kullarına yönelik bir ihsandır ve bundan dolayı Allah’a şükredilmesi gerekir. Yarattığı her şeyde kendisine dönük bir hikmet vardır ve bu hikmetten dolayı zatı için O’na hamdedilmesi gerekmektedir.

Bundan da anlıyoruz ki bütün mahlûkatta Allah’ın kullarına yönelik bir inam vardır. Tıpkı aşağıdaki ayette iki ağırlıklı topluluğa (cinlere ve insanlara) hitaben buyurduğu gibi:

“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz.”

Çünkü bütün mahlûkat birer ayet, birer alamet konumundadır. Bunlar aracılığıyla kullar doğru yolu bulurlar. Bunlar, Allah’ın birliğine delalet eden, peygamberlerinin doğruluğunu ortaya koyan kanıtlar, işaretler, alametler konumundadırlar. Bu yüzden söz konusu ayet ve alametler zikredildikten sonra şöyle buyurulmuştur:

“Bu, ilk uyarılardan bir uyarıcıdır.” (Necm, 56)

Bazı müfessirlere göre, bununla Hz. Muhammed, bazısına göre Kur’an kastedilmiştir. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’an birbirinden ayrı düşünülemez. Yüce Allah şunu demek istiyor:

“Bu, önceki elçilerin ve kitapların uyardıkları şeyle insanları uyaran bir uyarıcıdır.” İlk uyarılardandır…”

Yani, onlarla aynı türdendir. Şu halde nimetlerin en faziletlisi iman nimetidir. Dolayısıyla bütün mahlûkat, bu iman nimetinin elde edilmesini sağlayan ayetler, alametler olmaları itibariyle nimettirler.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yusuf, 111)

“Gönülden boyun eğip Allah’a yönelen her kul için bir basiret ve uyarıdır.”(Kaf, 8)

Fakirlerin daha çok cennete girmesi

Kulun başına gelen bir şey, eğer onun sevinmesine yol açıyorsa, bu, apaçık bir nimettir. Onu üzüyor, kötü duruma düşmesine yol açıyorsa da nimettir. Çünkü bununla onun işlediği kötülüklerin üzeri örtülür ve gösterdiği sabırdan dolayı ödül alır.

Öte yandan, bu musibetlerde kulun kestiremediği, kavrayamadığı bir hikmet ve bir rahmet olabilir.

“Bir şeyden hoşlanmadığınız halde, o sizin için hayır ve bir şeyden hoşlandığınız halde, o da sizin için şer olabilir.” (Bakara, 216)

Her iki nimet de, şükrün yanısıra sabrı da gerektirir. Darlık, sıkıntı ve zarar karşısında şükür ve sabrın ne denli önemli oldukları belirgindir. Bolluk nimeti ise, özellikle Allah’a itaat tavrı üzere sabırlı olmaya ihtiyaç duyar. Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir:

“Darlıkla, zorlukla sınandık; sabrettik. Bollukla sınandık; fakat sabredemedik.”

Bu yüzden cennete girenlerin büyük kısmı yoksullardan oluşur. Ancak bollukta lezzet ve darlıkta da acı önplanda olduğu için, bollukla birlikte şükür ve darlıkla birlikte de sabır tavrı ünlenmiştir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak (…) Ancak sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir.” (Hud, 9-11)

Aslında sıkıntıya, darlığa duçar olan kişi şükretmeye, bollukta olan kişi de sabretmeye daha çok muhtaçtır. Çünkü sıkıntıda olanın sabretmesi ve bollukta olanın da şükretmesi zaten bir gerekliliktir.

Bununla birlikte bollukta olanın sabretmesi, kendisi hakkında hoşnutluk uyandıran müstehap bir davranış olabildiği gibi darda olanın da şükretmesi kendisi hakkında müstehap olabilir.

Böylece nefsin lezzet aldığı halde de acı duyduğu halde de şükür ve sabır tavrı bir arada olmuş olur. Ama şunu da belirtelim ki, bunu gerçekleştirmek insanların büyük çoğunluğuna ağır gelir. Bunu başka bir yerde geniş bir şekilde ele alacağız.

Kısaca şunu söylemek istiyoruz:

Bütün mahlûkatı nimet olarak bahşeden yüce Allah’tır. Bunların nimet olma özellikleri ilk başta insanların büyük çoğunluğu tarafından belirgin olarak farkedilmese de. Çünkü “Allah bilir, ama siz bilmezsiniz…”

İnsanların günahına gelince, bunun menşei de insanın nefsidir. Böyle olmakla beraber, son tahlilde o da bir nimettir. Başkaları açısından, ibret almalarına neden olduğu için, bir nimet işlevini görür. Şu sözde de buna işaret edilir:

“Allahım! Beni başkaları için ibret yapma! Benden kaynaklandığını bana bildirdiğin bir şeyden dolayı da başkalarının benden daha mutlu olmalarını sağlama!”

Kur’an’da yer alan bir duada şöyle deniyor:

“Rabbimiz! Bizi, zalimler topluluğu için bir fitne aracı kılma.” (Yunus, 85)

Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor:

“Bizi muttakilere önder yap.” (Furkan, 74)

Bizi uyup doğru yolu bulacaklara bizi önder kıl, bizden dolayı sapacak kimselere değil.

El-Alau kelimesi, sözlükte nimetler anlamına gelir. Bu kelime kudret anlamını da içerir.

Yüce Allah Kur’an’da kudretine ve rububiyetine delalet eden ayetlerini zikreder. Kullarına yönelik nimetler olarak tezahür eden nimetlerinden bahseder. Bunların yanında hikmetini açıklayan ayetlerinden de söz eder. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz, birbirlerini gerekli kılan olgulardır. Şu kadarı var ki; yiyecek, içecek, barınak ve giyecekle ilgili nimetler herkesin görebileceği açıklıktadır. Bu yüzden, “Nahl suresi”nin içeriği bunun kanıtı olarak gösterilmiş ve bu sureye, bu gerekçeyle “Nimet suresi” de denilmiştir. Katade ve başkaları adı geçen sure için bu ismi kullanmışlardır. Buna dayalı olarak alimlerin çoğu şu değerlendirmeyi yapmıştır:

Hamd, sebepleri açısından ‘şükür’den daha geneldir. Çünkü nimetten dolayı hamdedildiği gibi, başka bir şeyden dolayı da hamdedilebilir.

Şükür ise, türleri açısından hamd’dan daha geneldir. Çünkü şükür, hem kalp, hem dil, hem de el aracılığıyla gerçekleştirilebilir.

Bütün mahlûkat nimet olduğuna göre ve de ancak nimetten dolayı hamdedildiğine göre, her durumda hamd Allah’adır.

Ne var ki, bu, mahlûkatın içerdiği nimeti bilenlerin ulaşabileceği bir anlayış düzeyidir. Cehmiye ve Cebriye gibi gruplar böyle bir anlayıştan uzaktırlar.

“Mahlukatta Allah’a dönük bir hikmet yoktur; bilakis ortada kulların menfaat görmesinden başka bir şey söz konusu değildir.” diyen Kaderiyecilerse, sadece şükür olgusunu ifa etmiş olurlar. Tıpkı Cehmiyecilerin de bu noktada ilâhî kudrete bir rol biçmemeleri gibi. Nimet ve hikmet olgularından soyutlanmış bir kudretten de hamd niteliği tezahür etmez. Aslında onların mezheplerinin özü şudur:

O, hamdı hakketmez. Hamd O’nadır, ama mülksüz. Nitekim Mutezililer açısından da, bir tür mülksüz hamd öngörülür. Ama selef düşüncesine göre eksiksiz mülk de, noksansız hamd da O’nundur.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.” (Al-i İmran, 18)

Buna göre Allah, uluhiyette tektir. O, adalet, izzet ve hikmet sahibidir. Allah’ın bu dört sıfatını selef kuşağı ve onlara tabi olan gruplar vurgular. Ama sünnet bilgisinde eksiklik olanın yüce Rabbin bazı haklarını eksiltmesi kaçınılmaz olur.

Şükür ve hamdın gerekliliği

Cebriyeye yatkın Cehmiye ekolü, Allah’ın adaletini de hikmetini de vurgulamadığı gibi, uluhiyetinin tekliğini de vurgulamaz. Sadece Rububiyetinin tekliğini vurgulamaya önem verir.

Mutezile ise, uluhiyetinin tekliğini de, adaletini de, izzetini de, hikmetini de önplana çıkarmaz vurgulamaz. Eğer bir Mutezili, Allah açısından bir tür hikmet öngördüğünden söz etse, bu, başkasına dönük olmak anlamında bir hikmettir. Ki bu itibarla da hikmet sayılmaz. Çünkü kendisiyle irtibatlı bir şeyden dolayı değil de başkasına dönük olan bir şeyden dolayı herhangi bir fiili işleyen kimse, akıl sahiplerinin nazarında hikmet sahibi değil, ne yaptığını bilmeyen zihni karışık kimsedir.

Hamd, ancak bir nimetten dolayı olabildiğine göre, hamd’ın şükrün başı olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Yani, hamd, şükrün evvelidir, bir nimetten ve hikmetten dolayı olsa da…

Şu halde ameli şükür; Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığıdır.

Aynı zamanda hikmetini de içeren uluhiyetinin karşılığı olan bir ibadettir.

Böylece saydığımız olguların tümünün şükür kavramının kapsamında olduğu ortaya çıkıyor.

Bu nedenle Kur

’an şükür meselesi üzerinde önemle durur. Ama şükrün bir türü olduğu için hamd olgusunu yalnız başına önplana çıkardığını görmüyoruz. Şükür demek olan hamd görevinin her hitabın başında tevhid ilkesiyle birlikte vurgulanması bir gelenektir.

Örneğin Fatiha suresinde tevhid ilkesiyle birlikte şükür yükümlülüğü de eda edilir. Dini hitaplar kapsamında şükür ve tevhid olgularının yer almadığı bir konuşma düşünülemez.

Kalıcı iyilikler (Bakiyat-ı Salihat) iki kısma ayrılırlar:

Buna göre:

“Subhanallah ve bi hamdih” (Allah’ı hamd ile tenzih ederim) sözü, şükür, tenzih ve ta’zim anlamlarını içeriyor.

“La ilahe illallah vellahu ekber” (Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur ve Allah en büyüktür) sözü de tevhid ve tekbir anlamlarını içeriyor.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Dini O’na has kılarak Allah’a dua edin.” (Mü’min, 14)

“Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (Fatiha, 2)

İnsanın, serbest seçimine dayalı işlerden dolayı hamd etmesi, söylendiği gibi bir azimet midir, yoksa genel midir? sorusuna gelince, bu mesele tartışmalıdır ve burası bu meseleyi irdelemenin yeri değildir.

Sahih bir hadiste, peygamberimizin (s.a.v.) rükudan kalkınca şöyle dediği belirtiliyor:

“Rabbimiz! Ve sana hamd olsun, gökler dolusu, dünya dolusu ve bundan sonra dilediğin her şey dolusu… Övgü ve ululamaya layıksın. Kulun dediğini en çok hakkedensin. Hepimiz senin kulunuz. Verdiğini hiç kimse engelleyemez. Vermediğini de hiç kimse veremez. Makam sahiplerinin makamları senin katında işlerine yaramaz.” (Müslim, es-Salah, 205)

Hadisin lafzı budur. Hadiste geçen “Ahakku” sözcüğü “hak” sözcüğünün ismi tafdil kalıbına uyarlanmış şeklidir. Bu ifadenin yorumu hususunda bir grub yanlış bir değerlendirme yapmıştır. Diyorlar ki: Bunun anlamı:

“Kulun dediği haktır” şeklindedir. Ama bu doğru değildir. Çünkü kul, hak söylediği gibi batıl da söyler. Bilakis rabbin söylediği haktır.

Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Doğrusu, ki doğruyu ben hep doğruyu söylerim… buyurdu.” (Sad, 84)

Hadiste geçen “Ahakku” kelimesi, mahzuf bir müptedanın haberidir. Yani:

Hamd, kulun söylediği en doğru sözdür. Burada, kulun söylemesini en çok hakkeden söz hamddir, anlamı kastediliyor. Bu yüzden her namazda hamdetme zorunluluğu getirilmiştir.

“Allah, salt şer olan şeyi yaratır” denilse, bu, kulların O’nu sevmelerini ve O’na hamdetmelerini gerektirmez; bilakis tersini gerektirir. Bu yüzden bu anlayışta olanların çoğu, nazım ve nesir türü yazılarında Allah’a yönelik yergi ve sövgü anlamına gelecek sözler sarfetmişlerdir. Bu anlayışa bağlı şeyhlerin ve alimlerin çoğu bu tür şeyler zikretmişlerdir. Şayet açıktan telafuz edemezlerse, kalpleri bu tür sözlerle doludur. Ama açıktan söylemenin bir yararının olmadığını düşünürler. Yahut müslümanlardan korkarlar. Bazı şeyhlerin şiirlerinde buna benzer sözlere rastlamak mümkündür. Hatta İblis ve tabilerinin Allah’a karşı ileri sürdükleri kanıtları pekiştirici argümanlar ortaya sürerler. Ama bütün bunlar yüce Allah’ın kendisiyle ilgili olarak zikrettiği vasıflara aykırıdır:

“Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46)

“Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler.” (Hud, 101)

Şu halde hadiste geçen “kulun söylediği en doğrudur…” sözü, Allah’a hamdetmesi kulun söylediği en doğru sözdür, anlamını ifade ediyor. Çünkü Allah ancak hayır yapar ve O…  (Bu kısım orijinal metinde yoktur.)

İnsan kendi zatıyla ve doğası doğrultusunda hareket eder. Bu hareketin bazısının şer olarak görülmesi kaçınılmazdır. Ancak gerisinde eksiksiz bir hikmet ve dopdolu bir nimet vardır.

Bu noktada biri:

“Şu halde Allah, niçin insanı başka bir şekilde yaratmadı?” dese; ona şu karşılık verilir:

O zaman bu, insandan başka bir şey olurdu ve insanın yaratılmasıyla hasıl olan hikmet de gerçekleşmiş olmazdı.

Nitekim melekler de aslında bu soruyu sormuşlardı:

“Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? (…) Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” (Bakara, 30)

Buna göre Allah, insanın bu şekliyle yaratılmasının gerisinde bir hikmet olduğunu biliyordu ki, meleklerin bundan haberleri yoktur. Melekler bilmedikten sonra, insanlar nasıl bilsinler! Ki insan nefsi de aşağıdaki ayetlerde vasfedildiği şekilde yaratılmıştır:

“Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.” (Mearic, 19-21)

“İnsan, aceleci yaratılmıştır.” (Enbiya, 37)

Buna göre insan, yaratılışının gerektirdiği özelliklere sahip olacak şekilde yaratılmıştır ki, bunun gerisinde büyük bir hikmet ve kapsamlı bir rahmet vardır. Bu, insanın yaratılışının gayesi açısından geçerli olan bir olgudur. Bununla beraber, insandan sadır olan şer Allah’a izafe edilemez.

İkinci yönse sebeple ilgilidir.

Çünkü şer, ancak ilim ve iradenin olmayışıyla vücud bulmuştur.

Ki ilim ve irade nefsi ıslah eder.

Çünkü nefis, Allah’ı bilip sevmeyi gerektiren bir fıtrata sahip olarak yaratılmıştır.

Bu arada, bu hedefe ulaşmasını kolaylaştıracak bilgi ve eylemler de kendisine gösterilmiştir. Bütün bunlar Allah’ın lütuf ve ihsanının göstergeleridir.

Öte yandan nefis, insan ve cin kökenli şeytanların süsledikleri kötülüklere de ram olma özelliğine sahiptir, bunlara eğilim göstermeye yatkındır. Bu kötülükler ise, kendisine faydalı olan unsurların yer almadığı birleşimlerden ibarettir. İşte bu temel olgu ve bu yokluk (yararlı şeylerin olmayışı) yüce Allah’a izafe edilemez. İnsanların yaratılışı için söylediklerimiz bu kötülükler için de geçerlidir. Yani, Allah onları bir hikmetten dolayı yaratmıştır. Nefsin ıslahını sağlayan şeyin olmayışı sebeplerden biri olduğuna, salt kötülük salt yokluk olduğuna ve yokluk da bir “şey” olmadığına, ayrıca Allah her şeyin yaratıcısı olduğuna göre, nefisten sadır olan kötülükler, iradenin hareket edişinin sonuçları olarak belirginleşirler.

Kul, Allah’ın, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu itiraf ettiğinde, şayet bu itirafı, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, O’nun eksiksiz kelimelerini ikrar etmek, O’na muhtaç olduğunu itiraf etmek, eğer kendisini hidayete erdirmezse sapık olacağını kabul etmek anlamında olursa, böylece Allah’ın izzetine ve hikmetine boyun eğerse, bu, mü’minin halidir.

Ama bu itirafı, kaderin arkasına sığınıp onun bağlayıcılığını ve zorlayıcılığını gerekçe olarak ileri sürmek şeklinde olursa, bu, öncekinden çok daha büyük bir günahtır ve bu şeytanın takipçilerinin tutumudur.

Kötülük nefistendir

Kötülük nefistendir, bunu biliyoruz. Kötülükse pis ve yerilmeyi hakkeder. 

“Kötü kadınlar kötü erkekler içindir.” (Nur, 26) gibi ayetlerde kötülük “pis” olarak nitelendirilmiştir. Selef ulemasının büyük çoğunluğu yukarıdaki ayeti:

“Pis kelimeler pis kimseler içindir…” şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları da pis söz ve fiiller pis kimseler içindir, demişlerdir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Allah temiz bir ağacı örnek verir. (…) Kötü sözün misali, kötü bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 24-26)

“Ancak güzel sözler O’na çıkar, salih amel de onu yükseltir.” (Fatır, 10)

Sözler ve fiiller söyleyenin, fiili işleyenin sıfatlarıdır.

Şu halde nefis kötülük ve pislikle nitelendiğine göre, ancak layık olduğu bir yerde olabilir. Bir kimse yılan ve akreplerin tıpkı kediler gibi insanlarla birlikte yaşamalarını isterse, bu olmayacaktır.

Yine yalancı birini şahit yapmak isteyen kimsenin bu davranışı da olumlu değildir.

Cahili öğretmen yapmak, ahmağı at bakıcısı, seyis yapmak isteyen de olumlu bir davranış sergilemez.

Şu halde pis nefislerin tertemiz cennete girmeleri de uygun değildir. Bilakis nefiste bir pislik varsa temizlenip arındıktan sonra cennete girmeye elverişli olabilir.

Tıpkı sahih bir hadiste buyurulduğu gibi:

“Mü’minler ateşten kurtuldukları zaman köprü üzerinde durdurulurlar.”(Buhari, er-Rikak, 48; Ahmed 3/13, 57)

Bir kimse kötülüğün kendi nefsinden geldiğini bilince, içindeki şerre rağmen eksiksiz mutluluğun beklentisi içine girmez. Bilakis:

“Bir kötülük işleyen onun karşılığını görür.” (Nisa, 123)

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Kim de zerre ağırlığınca kötülük işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8) ayetlerinin anlamlarını kendi pratik hayatında kavramış olur.

Doğal olarak şunu da bilir ki, Allah’ın fiilleri adalet ve ihsan kanunu doğrultusunda gerçekleşirler.

Sahih bir hadiste:

“Allah’ın sağ eli doludur…” (Buhari, Tefsir, 11. Sure, 2; Müslim, Zekât 36 İbnu Mace, Mukaddime, 13; Ahmed, 2/313-500) buyurulduğu gibi.

Bunun neticesinde, sevap ve azap için hiçbir hikmet öngörmeyen Cehmiye grubunun bu anlayışının bozuk olduğunu fark eder.

Çünkü yüce Allah, kendisinden başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik eder, melekler ve adaleti ayakta tutan ilim adamları da.

Aslında Cehmiye grubu bu tezi ileri sürerken amaçları, Mutezile mezhebinin kader ve azap tehditiyle ilgili düşüncesini çürütmekti. Bu yüzden kendini sünnet ve hadise nispet eden, selefe tabi olan bazı kimseler Cehm’in yolunu benimsemişlerdir. Aynı şekilde iman ve azap tehditi hususunda Cehm ve izleyicileri aşırı mürciyecilerin yolunu izlemişlerdir. Cehm iki bid’atı savunmakla ünlüdür.

Bunlardan biri, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgilidir. İsim ve sıfatları olumsuzlama (nefyetme) hususunda aşırıya gitmiştir. Batıniler, felsefeciler v.b. gruplar bu hususta onunla aynı görüşü paylaşmışlardır. Mutezililer sıfatları olumsuzlama hususunda onunla örtüşürken, isimler hususunda aynı kanaatte değildirler. Kilabiye ve onlarla aynı görüşü paylaşan fıkıh akımı ve hadisçilerden bazıları isteğe bağlı (ihtiyari) sıfatları olumsuzlama hususunda Cehm’le aynı noktada buluşmuşlardır. Keramiler ve benzeri gruplar bu anlayışın temeli noktasında onun görüşünü paylaşmışlar. O da sonsuz olanın devamlı olmasının imkânsızlığıdır. Buna göre, dilediği zaman daima konuşması ve dilediği zaman daima faaliyet halinde olması imkânsızdır. Çünkü öncesiz hadiselerin olması imkânsızdır. İşte bu temelden hareketle, gelecekte de sonsuz bir şeyin var olması olumsuzlanmıştır. Cehm’in bir diğer bid’atı da cennet ve cehennemin sonunda yok olacaklarını söylemesidir. Mutezile’nin imam

ı Ebu Hezil de onun bu görüşüne katılmış, fakat hareketlerin sonunun olduğunu da söylemiştir.

Şu halde Mutezililer sıfatlar hususunda Cehmiye

’ye yaltaklanıyorlar, Kilabiye ise, sfatlar hususunda… Eş’ariler de öyle. Fakat Ebu İsmail el-Ensari’nin de dediği gibi Eş’ariler, Mutezililer karşısında edilgen ve yaltaklanan bir tutum içinde olmuşlardır. Bazı insanlar:

Mutezile Felsefecilere yaltaklanır, diyorlar. Bunu söylemelerinin nedeni, Cehm’in felsefecilerden önce bu görüşü ortaya attığını bilmemeleri veya Mutezile’nin başka bazı yönlerden felsefecilere yaltaklanmalarını görmüş olmalarıdır. Nitekim Şehristani, onların düşüncelerini felsefecilerden aldıklarını söyler. Çünkü Şehristani, Eş’arî mezhebine mensup arkadaşlarının, ehl-i sünnet imamlarının aksine, onlarla tartıştıklarını görüyordu.

Ehl-i sünnet imamları daha çok Cehmiye ile tartışırlardı.

Selef uleması yanında Cehmiye sıfatları olumsuzlamasıyla ünlüydü. Selef uleması nazarında bu özellikleriyle diğer gruplardan ayrılıyorlardı.

Amr b. Ubeyd’in temelini attığı Mutezile mezhebi ise, el-Menziletu beyne menzileteyn (iki menzi arasındaki menzil) söylemiyle belirginleşti. Amr b. Ubeyd ve arkadaşları mescidde cemaatten ayrı otururlardı. Bunu gören Katade:

Bunlar Muteziledir (Ayrılmışlardır) demişti. Bu olay Hasan el-Basri’nin ölümünden sonradır.

Kaderiye bid’atı ise, bundan önce, Muaviye’nin ölümünden sonra ortaya atıldı. Bu nedenle İbni Ömer, İbni Abbas ve başkaları bu hususla ilgili kelâmi görüşlerini dile getirdiler. İbn-i Abbas, İbni Zübeyr’den önce öldü. İbn-i Ömer de onun ardından öldü. Bunu Haccac’ın yetmiş küsur senesinde Irak’a vali olarak atanması izledi. Böylece Hicaz, Şam ve Irak bölgelerinde insanlar kader mevzusuna dalmayı sürdürdüler. Daha çok Şam, Irak ve Basrada bu tartışmalar olurdu. Hicaz’da ise bu tür tartışmalar nispeten azdı. Mutezile mezhebi ortaya çıkıp “iki menzil arasındaki menzil” fikrini savunmaya başlayınca, buna bağlı olarak, ilâhî tehditin gerçekleşmesini, tevhid ehlinin ebediyen cennette kalacaklarını ve ateşe giren kimsenin bir daha oradan çıkmayacağını savundular. Buna kaderi de eklediler. Çünkü mevzu onunla tamamlanıyordu.

O sıralar henüz insanlar arasında Allah’ın sıfatlarını olumsuzlamak gibi bir fikir baş göstermemişti. Derken Ca’d b. Dirhem ortaya çıktı. Bu fikri ilk savunan kişi O’dur. Halid b. Abdullah el-Kasri onu kurban etti. Bir bayram günü insanlara şöyle seslendi:

“Ey İnsanlar! Kurbanlarınızı kesin! Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Ben de Ca’d b. Dirhem’i kurban edeceğim. Çünkü O, Allah’ın İbrahimi dost edinmediğini, Musa ile konuşmadığını iddia ediyor. Allah, Ca’d’ın söylediklerinden münezzehtir, yücedir.”

Bunları söyledikten sonra minberden indi ve Ca’d’ı bir kurban gibi boğazladı. Bu olay Irak’ta meydana geldi.

Günahlar musibetin sebebidir

Günahlar musibetin sebebidir

Başa gelen musibetler olarak kişinin işlediği kötülüklerin nefsinden kaynaklanan günahından başka bir sebebi yoktur. Hayır olarak meydana gelen şeylerse, sebeplerine hasredilemez. Çünkü hayırlar Allah’ın lütfünün tezahürleridir, kişinin ameliyle gerçekleşebildikleri gibi, başka bir şeyle de gerçekleşebilirler. Kişinin bu hayırları elde etmek için işlediği amelleri de Allah’ın bahşettiği nimetlerinin kapsamına girer. Allah, işlediği ameli oranında karşılık vermez; bilakis katlayarak verir.

O halde sadece Allah’a güvenip dayanmalı, sadece O’na dönülmelidir. O, mutlak, genel ve eksiksiz şükrü hakkeder. O’ndan başkası ise, Allah’ın, kendisinin aracılığıyla gerçekleştirdiği hayır oranında teşekkürü hakkeder. Anne ve babaya teşekkür etmek gibi. Çünkü insanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez. Ama bu, bir kimseye, Allah’a karşı masiyet işleyerek teşekkür etmeyi veya günah yoluyla itaat etmeyi gerektirmez. Çünkü nimeti veren Allah’tır.

“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır.” (Nahl, 53 )

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir.” (Casiye, 13)

Allah’ın ibadet ve şükre, günah ve küfre karşılık olarak verdiği cezaya hiç kimse güç yetiremez.

Bu yüzden yaratıcıya isyan hususunda yaratılana itaat etmek caiz değildir.

Ulu Alah şöyle buyuruyor:

“Biz insana anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Eğer hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ederlerse, onlara itaat etme.” (Ankebut, 8 )

Bir diğer ayette şöyle buyuruluyor:

“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin.” (Lokman, 15)

Şunu demek istiyoruz:

Bütün nimetlerin Allah’tan olduğu bilinince, kişinin tek güvencesi ve dayanağı Allah olur, sadece O’na umut bağlar. Allah’ın, başkasının asla haketmediği şükrü hakettiğini bilince…

Şerrin sebebi sırf nefisle sınırlı olduğu için, nereden geldiği bilinir. Dolayısıyla bu bilince varan kişi istiğfar eder, Allah’tan yardım ister ve bu güne kadar işlemediği iyi ameller aracılığıyla Allah’a sığınır.

Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir:

“Kul, Rabbinden başkasına umut bağlamamalı ve günahından başka bir şeyden korkmamalıdır.”

Bu söz, Allah günah olmadan da azap eder, diyen ve günah işlemeseler de Allah’ın kendilerine azap edeceğinden endişe eden Cehmiye grubunun düşüncesine aykırıdır.

“Sana isabet eden bir iyilik Allah’tandır ve başına gelen bir kötülük de nefsindendir.” (Nisa, 79) ayetinin içeriği tasdik edilirse, Cehmiye’nin bu söyleminin yanlış olduğu anlaşılır. Hiç kimse, bu genel hükmün dışında bırakılmamıştır. Bu da hitabın özel oluşunun bir yararıdır ki, özele indirgenmiş genel bir hüküm olduğu sanılmasın.